22 Kasım 2017 Çarşamba

bazı benler var, keşfedilmeyi bekleyen.

bazı müzikler var, kalbimin aynası.
       sanki benim yerime konuşuyorlar; bilmediğim bir dilden.
                         nasıl tercüme edeceğimi bilemediğim, antik bir lisan.

bilemiyorum; keşfedilmeyi bekleyen müzikler var oralarda bir yerlerde.
        bir yanım haddinden fazla meraklı bir kaşif; öteki yanım mı? O biraz daha ürkek.
                        "o" müziği bulduğunda, aslında kendisini de bulacak; korkuyor mu? Yüzleşmekten?

aşk gibi. gülümsetiyor.
         hoş bir müzik buluyorsunuz. tanıdık bir tını. kalbinizde atan bir ritim. en derinden.
                  öyle bir melodi ki, istemsizce mutlu ya da hüzünlü; belki de karışımı bir hisse tekabül.

hem yarım. hem eksik. bazen tam, bazense tamam.
         hayat bazenlerin, sonraların ve bir günlerin ardında geçiyor; ne zaman şimdiyi yaşayacağız.
                             eksikler kayıp, bir araya gelemiyor; kendi içlerindeki boşluğu tamamlayamıyorlar.

ve bazı müzikler var, kalbimin pürüzsüz bir aynası.
         bir görebilsem, bir fark edebilsem ne yansıtıyor?
                   bilemiyorum; keşfedilmeyi bekleyen bir ben var oralarda bir yerlerde.




19 Eylül 2017 Salı

10 Eylül 2017 Pazar

Yaşamdan Basamaklar

  Bir merdiven gibiydi yaşam; bazen tepetaklak düşüyorduk, bazense tırmanarak çıkıyorduk. Bu yolda elimizden tutup bizi yukarı çekenler de vardı, tam göğsümüzden iterek aşağı düşürenler de...
  Bazen hep düştüğümüzü hissederiz, sanki merdiven hep yüksek eğimlidir. Ne tutunacak bir dal kalmıştır etrafımızda, ne de yukarı çıkacak bir umut kırıntısı. Her düşüşte canımız daha da acır, kalbimiz yaralarla kaplanır ve ruhumuz derin kesiklerle yarılır. Halbuki kalbi sıcak bir yerde muhafaza etmek lazım, üşümemesi gerekiyor. Ilık duygularla ısıtmalı ve sevgiyle beslemelisin ki umut ve neşeyle yeşersin. Her bir düşüşte soğuyan ve katılaşan kalp, alışılmışın dışındaki ekşi hisler ve yeni deneyimlerle kendine yeni bir şekil bulacaktır.
  Hiç mi gün yüzü görmez bu acımasız merdiven? Hep derin bir karanlığa mı gömülmüştür bu tozlu basamaklar? Bazı basamakları çıkmak zor olabilir, dik yokuşlar ve keskin köşeleri olduğu da bariz. Ancak bazen bir el uzanır yukarıdan, sizi hızla yukarı çeken. Bazen bir gülümseme güneş gibi doğar yukarıda, adımlarınızı sıklaştıran. Ve umut vardır yukarıda, yemyeşil açan. Hayaller uçuyordur gökyüzünde, sevdikleriniz bir gökkuşağı edasıyla renk renk süslemiştir merdivenin sonunu. Belki zordur bu merdiveni tırmanmak, fazlasıyla sabır gerektirir. Sırtınıza normalden birazcık fazla gayret yükleyin. Yanınızda sabır, umut ve azim getirmeyi unutmayın. Sağlam pabuçlar geçirin ki ayağınıza takılmasın çaresiz karanlıklar. Sağlam gözlükler takın ki olaylara her tarafından bakmanızı sağlasın. Kalın ve yünlü bir kazak geçirin üstünüze; öyle ki, hiçbir önyargı ya da kin girmesin içinize. Ve en önemlisi, bu merdivende sizle yürüyecek can dostunızu alın yanınıza: Sevgi. Vefalı bir dosttur Sevgi. Düşerseniz, size insanların gerçek yüzlerinizi görmeniz konusunda yardımcı olur. Sonuçta düştüğünüzde sizi gerçekten seven insanlar kaldıracak ayağa. Yalnızken ya da mutsuzken, Sevgi koşar yardıma. Birkaç dost gönderir size sımsıkı sarılsın diye. Kah şefkatli bir anne, kah koruyup kollayan bir baba ile var olur yanı başınıza. Çıkarken ise, Sevgi sırtınızdan iter var gücüyle. Onun sayesinde bilirsiniz yukarıda sizi bekleyenlerin olduğunu. Karanlık yolunuza ışık, çaresizliğinize ümit ve yalnızlığınıza dost olur.
  Sürekli bir iniş ve çıkış halindeyiz. Hayat bize kara haberler getiriyor bir dönem, yiyorsunuz silleyi bir güzel. Tam acı düşüşten sonra bir daha kalkamam dediğinizde, hayat size yeni birini gönderiyor ayağa kalkmanızda yardımcı olacak. Ve böyle sürüp gidiyor merdiven yolculuğu. İniyor, çıkıyor, düşüyor ve tırmanıyoruz. Her düşüş yeni bir deneyimle sonuçlanıyor. Ancak yanımızda can dostumuz Sevgi olduğu sürece, yıkılmadım ayaktayım diyebiliyoruz sanırım...

20 Ağustos 2017 Pazar

Kör Şarkılar İyi Görürmüş

Ah bu şarkıların gözü kör olsun...
Körmüş gözü
Hülyalara daldıran şarkıların.
Seyahatlere yoldaş,
Hislere tercüman,
Acıya merhem olanların.
Farklı kalplerde,
Tanıdık hisleri bir araya getiren.
Kara anılara,
Işık tutan.
Bir koca boşlukta,
Kendini bulduran.
Eksikliğinde,
Bütün yapan.
Yalnızlığında,
Yandaş olan.
Bilmezdim,
Sevgiyle nefretin,
Tek kalbe sığacağını. 
Bilmezdim,
Yalanla doğrunun,
Bir maskenin iki yüzü olduğunu.
Ve bilmezdim,
Kör şarkıların,
Beni benden iyi gördüğünü.






7 Haziran 2017 Çarşamba

Melodiyle Sözlerin Dansı

  Mutluyken melodiyi, üzgünken sözleri duyduğumuzu okumuştum bir yerde. Nedir bu melodinin sözlerle bitmek bilmeyen savaşı? Nedendir bitmek bilmeyen bir taraf tutma arzusu? Her ikisi bir uyum içinde olduğunda ortaya çıkıyor müzik.
  Sözlerin kişisel, melodinin evrensel olduğunu düşünüyorum. Kendi hislerinden yola çıkarak kalbini satırlarına dökmüş bir müzisyen, o hisleri melodisine döker. Sözleri dinlediğimizde o müzisyenin ne hissettiğini anlarız. Ancak melodiye kulak verdiğimizde, olay tek bir müzisyenden çıkar. Her insan melodiyi kendine yorar, enstrümanlar ruhumuzda farklı hislerin telini çalar. Müzisyen, kendi hayal kırıklığını yazmıştır belki de. Müziğinde yitirdiği düşleri anlatıyordur. Sözleri dinlediğimizde onun nasıl hissettiğini anlarız; melodi ise dinleyicilere verilmiş bir hamurdur. İnsanlar kendi hayatlarına göre yoğururlar müziği. Piyanonun yumuşak melodisi bana derin bir özlem yaşatırken, bir başkasına platonik bir aşkı anımsatır. Kemanın tellerinde çılgıncasına dolaşan o parmaklar, insanlarda hüznün en derinini, bilinmezliğin en karanlığını, kaybın en acısını hatırlatır. Ve bazı insanlarda ise belki de yeşeren bir umuttur o melodi. Taze bir aşk. Renkli bir hayal.
  Müzik; insan ruhunda dalgalar çıkarır, her duyguya ayrı dokunan. Bazen sözleri dinleriz, kendimizi buluruz bir müzisyenle aynı duyguyu paylaştığımız o kelimelerde. Tanıdık hissederiz, ne kadar da benzer hisler bunlar diye. Ve bazen de melodiyi kendimize göre yeniden yazarız. Bazılarının yüzünde hüzünlü bir tebessüm, bazılarında ise anılara yolculuk biletidir o naif melodi.
  Anladım ki müzik üzerimizde büyük bir güce sahip. Ne insanlar tanıdım tek bir cümleyle beni güldüren. Ne insanlar tanıdım tek bir anıyla beni hüzünlendiren. Ve de ne müzikler tanıdım hislerimi karşıt renklere çeviren. Siyahla beyazı aynı anda yaşatan, duygularımda fırtına yaratan müzikler. Anladım ki müzik kalbimizde, müzik ruhumuzda. Müzik, aynı zamanda hem zehir hem de ilaç. Hem acıtıyor canımızı, hem sarıyor yaramızı. Tam bir iki yüzlü, her yüzü ayrı bir hikaye...

Portishead'den bir fırtına esiyor ruhuma.

1 Haziran 2017 Perşembe

Mezuniyet Alanı Chapter 2

  Mezuniyet Alanı'nda oturuyorum. Her yıl başka bir ben oturuyor bu alanda. Çok daha içi kabarık bir anı defterine sahip, toyluktan bir nebze mezun olmuş, hayalperestiğinde azalma olmayan bir ben. Zaman eserken, onunla birlikte uçuyoruz. Bir sene önce burada oturup burasıyla ilgili ilk yazımı yazarken, bir sene sonraki benin bu yazının ikinci bölümü hakkında ne yazacağına bir göz atmak istemiştim. Tek bir dileğim vardı kayan yıldızlardan, gelecekteki ben umarım hoş bir yazı yazmıştır!
  Ve işte buradayım, zaman gene son sürat geçmiş yanımızdan ve ardında belirgin bir iz bırakmış. Kulağımda yeni bir keşif çalıyor, karşımdaki yeşil ormanda kaybolan güneş yarım bir gülümsemeyle izleniyor. Derin bir nefes çekiyorum içime ve parmaklarımın klavyede dans etmesine izin veriyorum.
 Bir sene daha kaydı gökyüzünde, bir yıldız misali. Ardında gerçekleşen ya da hayalde kalan dilekler bıraktı. Ben, bu yıldızdan bir dilek dilemiştim geçen sefer: Aklımdan hiç çıkmasın istiyorum şu sözün: "Hiçbir zaman şu an olduğunuz kadar genç olmayacaksınız." Yıllar geçecek, ardında ne pişmanlıklar bırakacak "keşke" temalı. Söyleyemediğimiz sözler ve yarım kalmış hisler dolduracak yılları. Ah diyeceğiz, şimdiki aklım olsaydı diye başlayan cümleler edeceğiz. Her geçen gün biraz daha deneyim ve akıl kazanacağız, ancak zamandan kısacağız bu dengeyi.
  Bazen nasıl hissediyorum biliyor musunuz? Sanki on yıl sonrasında yaşıyorum. Yeni bir ailem, oturmuş bir işim, güzel anılarla kabarık bir hafızam var. Ancak, özlem duyuyorum geçmişe dair. Sanki yitirdiğim  bir sevgiliymiş gibi özlüyorum onu. Bir yıldız kayıyor gökyüzünde, gelişigüzel bir dilek diliyorum: Ah, bir dönebilsem şu puslu geçmişe. Neler değiştirirdim acaba? Neyi farklı yapar, hangi yoldan geri dönüp ötekini seçerdim? Kimlere onları sevdiğimi söyler, kimlerin özürlerine karşılık verirdim? Ve birden, fantastik bir film senaristinin dokunuşu gibi, dönüyorum on yıl öncesine. Ve işte, buradayım. Oturuyorum gene yeşil pufumda. Etrafımda kuş sesleri ve kulağımda Ludovico Einaudi ile. Dert yok, tasa yok, çalışacak final yok. Aklımda yalnızca yaz planları ve özlediğim dostlarımla yeni anılar yaratma fikri. Ne rahatlık değil mi ama! Belki de ben sadece geçmişe dönmüş bir gelecek parçasıyımdır şu an. Gerçekleşmiş bir dilek. Geçmişe son bir göz atış.
  Biliyor musunuz, bunun için ne fantastik senaryolara ne de ölçüsü taşmış hayallere lüzum var. Farkındalık arkadaşlar, yalnızca yaşadığımız anın kıymetini fark etmek gerekiyor. Üniversitenin iki yılı geçmişken, elimde boş sayfalar değil, her sayfası ayrı anıyla yazılmış defterler gerekiyor. Arkadaşlarımla oturup "Şunu hatırlıyor musun?" diye başlayan ve kahkahalarla devam eden sohbetler gerekiyor. Mezuniyet Alanı'nda Suriyeli çocuklarla dans etmek, yıldızların eşliğinde sabahlamak, karaoke gecelerinde bağırarak şarkı söylemek, okulda kamp ateşi başında gitar çalmak, okulun gördüğü ilk Cadılar Bayramı partisini düzenlemek, yeni insanlarla tanışmak, aşkı tatmak, yağmurda dans etmek gerekiyor. Üniversitenin hayattaki en güzel dönemlerinden biri olduğunu hepimiz duymuşuzdur. Burası yalnızca derslerin ve sınavların olduğu sıradan bir okul değil. Burası hayatın bir önizlemesi. Yazıcıdan çıkmış bir hayata atlamadan önce, onun nasıl gözükeceğine bakıyorsun. Yeni insanlar tanıyorsun; ülkenin dört bir yanından gelmiş. Taze ruhlar, hayaller ve yaşantılarla karşılaşıyorsun. Düşünsene, henüz tanıştığın bir insan belki de gün gelecek, anılarının baş rolünü kapacak.
  Bu farkındalık bana bazen zor zamanlar yaşatıyor. Oldum olası Bayan Carpe Diem (lütfen bayan kelimesine takılmayınız) olan bir ben, anda olmak konusunda birtakım sıkıntılar yaşıyorum. Kamp ateşi yakılıyor, sıcak çikolatalar içiliyor, gitarlar ve şarkı söyleyenlerle tam bir gençlik tablosu çiziyoruz. Sıcacık örtünün içinde bedenlerimiz, sıcacık müzik ve ortamla ruhlarımız ısınıyor. Ve o an, fark ediyorsunuz. Kısa bir zaman sonra yaşadığınız an, yalnızca bir anıya dönüşecek. Düşünüp gülümseyeceğiniz, ah o eski günler diyerek iç çekeceğiniz, özlem duyacağınız bir anı haline gelecek. Elinizden kayıyor ve onu tutmak için yapabileceğiniz tek şey, belki de an kelimesinin ne kadar derin olduğunun farkında olmak.
 Burada içimi dökmek ya da melankolik havalar estirmek istememiştim aslında. Belki biraz üniversitenin güzelliğinin sizin elinizde olduğundan bahsederdim, belki biraz da yıla kısa bir bakış atardım. Ancak, şu an tek söylemek istediğim, kuşlar uçuyor sevgili dostlar. Bir zamandan ötekine, geçmişten geleceğe, hüzünden sevince, pişmanlıktan hoşnutluğa, nefretten tutkuya doğru durmadan uçuyorlar. Değişim kendini belli ediyor, hepimiz onun bir parçasıyız. Bazen elimizde, bazen değil...Ancak bir fark edebilsek şu minik anların biçilmez değerini, şu kara anıların hayata attıkları büyük imzaları ya da sadece olabilsek şu mühim anda. Geçmişe özlemle, geleceğe merakla bakan bir insan, şimdinin güzelliğini nasıl fark edebilir? Carpe Diem diyerek.




11 Mayıs 2017 Perşembe

Mevsim Mağduru

"Mayısta sevdiğin gibi Aralık'ta da sevecek misin beni?" -Jack Kerouac
  Ve sen, tatlı bir bahar günü gibi geleceksin yüreğime. Ruhumda kelebekler uçuracak, güneş gibi doğacaksın kayıp ruhuma. Ya Aralık geldiğinde, sevgilim? O kasvetli karanlıkta yeniden ışığım olacak mısın? Yeşeren umutlarla ve heyecan dolu hayallerle gelecek bahar. İçine çekeceksin taze yaşam enerjisini. Nefrete ya da hüzne yer olmayacak beyaz papatyaların arasında. Çıplak tenine değen güneş ışığını ya da ayak parmaklarının arasından çıkan çimi hissedeceksin. İçinde kuruyup yapraklarını döken o hisler var ya, yeniden doğacak baharla. Ruhunu sevgiyle sulayacak ve güneşe koyacaksın; renkli tomurcuklar versin diye. Ve sen, baharla coşan ruh, ne beni çok sulayarak sevginle boğmalı ne de güneşte terk edip gitmelisin. 
  Mevsimler gelir, geçer. Hisler gelir, geçer. Aşklar kuruyup gider ve yeniden yaprak açar. Baharda sevmek kolaydır; ne fırtınalı geceler ne de içini donduran soğuklar vardır. Kendini bahar olarak tanıtan hayat, sana rengarenk çiçekler ve bolca güneş verdiği gibi kara kışta en güçlü fırtınaları estirerek seni kökünden de kurutabilir. Bir papatyayı güneşli bir Mayıs gününde sevmek kolaydır; peki ya kara kış geldiğinde, Aralık tüm kasvetiyle çöktüğünde ve ilk kez fırtınayı tattığında o papatyayı koruyacak mısın? Yapakları dökülen ve artık eskisi gibi güzel gözükmeyen o papatyayı yeniden sevecek misin? Ya da, kim bilir, belki de diğer Mayıs geldiğinde kendine taze bir menekşe bulacaksındır sevgili mevsim mağduru...


7 Mayıs 2017 Pazar

Hayatın Dilinden Konuşmak

  İnsanın en temel ihtiyaçlarından biri nedir bilir misiniz? Hayır, yemek yemek ya da susuzluğunuzu gidermekten bahsetmiyorum. Aklınız lavaboya kaymasın lütfen! Daha öte, daha içinize doğru bakın. İletişim, sevgili dostlar, insan denen varlığın yalnızlığını bertaraf etmek için kullanacağı başlıca araç. Anlayabilmek ve anlaşabilmek. Kendini ifade etmek, hislerini tercüme etmek ve yalnızlığını giderebilmek. İletişimin önemi hakkında birçok kelime sarf edebilirim; ya da yalnızca "Lost In Translation" filmini önerebilirim. Burada amacım bir film eleştirisi yapmak değildi; ancak iletişimden söz edilen yerde bu filmin adının kesinlikle geçmesi gerekiyor kanımca.
  Üniversitede "International Day" kapsamında Suriyeli ve Türk yüzlerce çocuk bir araya getirildi. Dilin kendi sınırlarının ötesinde, çocuklar kendi evrensel çocuk dilleriyle birbiriyle anlaştı. Oyunun, neşenin ve çocukluğun milleti yoktur ya! Evrenseldir çocuk masumiyeti. Ne bir ayrımcılık ne de bir dışlamaya maruz kalır onların dili. Suriyeli minik çocukların ellerinden tuttum, her ne kadar türkçe konuşamasalar da elimden geldiğince anlaşmaya çalıştım onlarla. Sonradan öğrendim ki konuşamasalar da Türkçeyi az çok anlayabiliyorlarmış bu minik yavrucaklar. Suriyeli ve Türk çocukların karma olduğu sınıflarda her iki ülkenin de dili öğretiliyor; hissettikleri derin yabancılık hissini bir nebze azaltmaya çalışıyorlarmış. Biraz zaman geçti; çeşitli etkinlikler düzenlendi. En son, International Day gününe özel, üniversitede bulunan yabancı öğrenciler kendi ülkelerine özgü yemekler yapmışlar, bir masa boyu onları sıraladılar. Kaptım sorumlu olduğum Suriyeli çocuklarımı, götürdüm kendi ülkelerinin masalarına. Ve o an, tam o çok değerli anda, sabahtan beri hiç konuşmayan ve etrafına boş boş bakınan küçük kızın yüzündeki gülümsemeyi gördüm. İlk kez bir gülümseme açtı o naif ruhunda. Memleket özlemini gördüm ben o bakışlarda. O derin yarayı, o beyaz çocuk ruhundaki derin izi gördüm. O memleketine özgü yemeklere bakışını, o Suriyeli üniversiteli gencin onunla kendi dilinden konuşmasını ve "anlayabilme" hissinin verdiği hazzı gördüm. Ah, bir bakış nelere kadir... Tanıdık hissetmek ve yalnızlığını bir nebze unutabilmek. İşte bir an, sadece minik bir an, birçok hissi bir bakış ve gülümseme ile anlatabilirsiniz.
  Hayat, anlarda saklıdır. Hayatı anlamak için onun dilinden konuşmalısınız.

Şu güzel müzik de size eşlik etsin.

17 Nisan 2017 Pazartesi

Kanatlarım Var Ruhumda

Zamanı gelince nasıl terk eder kuşlar 
Kaçıyor muyuz, kalacak mıyız 
Yoksa... 

        ve Birsen Tezer'den kalbe dokunan sözler, müzikle yaşam buldu. Neden her zaman gelecek bir zaman olmalı? Neden kuşlar; neden terk ediyorsunuz gökyüzünün bu parçasını? Yetmedi mi, yetemedi mi? Yoksa sizin de bir bağlılık sorununuz mu var? Özgürlüğünüzü mü kısıtladı zaman, gitme vakti mi geldi? ve zaman geldiğinde, ne gökyüzü eskisi gibi olacak ne de siz aynı kalacaksınız. Değişmeyen tek şey gene değişimin kendisi olacak. (HerakleitosPeki ya Tezer'in de dediği gibi, kaçıyor muyuz, kalacak mıyız... Özgür bir kuş, nasıl kalabilir ki? Onun yeri, yurdu yoktur; o, gökyüzünün evladıdır. O; tüm tutsak ruhların dışa vuran sesidir. O; kalamaz, uzaklara ve ötesine uçar. Özgürlüğü bir kaçış olarak görür; halbuki bilmez ki kalmak da bir özgürlüktür aslında. Cesarettir. Korkuya başkaldırıştır. Bir seçimdir kalmak; gökyüzüne ve tüm o engin maviliğe bağlılıktır. İçini dolduran sevgiye ve alışıldık bulutlara bağlanmaktır. Gökyüzünün bilindik yerlerinde kendini güvende hissetmektir; sıcacıktır kalma duygusu aslında. Ne özgürlüğünden ödün vermektir ne de kaydı hayat süren bir sözleşmedir. Zamana karşı bir isyandır belki de kalmak... Kuvvetli bir rüzgara karşı uçmak gibidir zamana karşı gelmek; zordur, güçtür ama en kuvvetli fırtınalar bile eninde sonunda hafif meltemlere dönüşecektir zaten. Ee, kaçıyor muyuz, kalacak mıyız o zaman sayın sevgili kendini kuş zanneden ruhlarımız? Boşuna denmemiş, kanatlarım var ruhumda. (Karaibrahimgil) Ne tarafa doğru çırpacak bu kanatlar? Uzaklara ve arayışa mı, ılık alışıldık duygulara mı?               

23 Mart 2017 Perşembe

...yıllanıyoruz.

...ve bazen de yıllanıyoruz be sevgili blog. Yaşlanmıyoruz, ömür boyu genç kalıyoruz -en azından bazılarımız. Ancak tüm bu yaşanmışlıklar ve deneyimler ve başımızdan gelip geçen meşkler ve tüm o yalancı gülümsemeler ve sevilmeden sevilenler ve kayan yıldızlara bakıp dilek tutmalar ve içindeki çocuğu öldüremeyenler ve tüm o sönen umutlar ve yeşeren hayallerle yıllanıyoruz.

  Kah kalbimizde kırışıklıklar çıkıyor; öyle ki, hiçbir kapatıcı onları gizlemeye yetmez. Yeri geliyor, ruhumuz kanıyor; öyle ki, o delikleri kapamaya tıkaçlar yetmez. Ve bazen de yüzlerdeki o "klişe" maske var ya, çat diye tam ortasından kırılıyor; öyle ki, bir yanında yarı gülümser bir ağız ve öbür yanında yaşlı gözler bırakıyor.

  Yaşlanmıyoruz ama, buna şiddetle itiraz ediyorum ben. Hayata kafa tutan cesur insanlar var mesela. Platonikleri korkak görürler onlar. Sevdikleri an insanlığın alamadığı o en meşhur riski alırlar: ret riskine rağmen aşığım ulan diye bağırırlar. Yüzlere kapılar çarpılır, telefonlar kapanır, uzaklara bakılır, sabahlara kalınır. Ancak onlar cesur insanlardır, her türlü riski alan ve yaşlanmayı protesto eden direnişçilerdir. Onlar yaşlanmaz; yıllanır.

  İnsanlar tanıdım; bira gibi. Sohbetleri pek hoş, gençlikten bir parçaydılar. Yaz akşamları kumsalda dinlenen bir gitar parçası misali. Cumartesi gecesi eğlenceye çıkılan ve güldürmekten, gülümsetmekten beslenen mutlu insanlardı. Bira ve patates gibi, birbirine yakışan dostluklardı.

  İnsanlar tanıdım; rakı gibi. Paylaşılmak gibi ve bazen de biraz yalnızlık. Ne efkar kaldı ne de biraz melankoli. Bitmeyen uzun saatler, yarısı boş bir rakı bardağı ve boş bakışlar kaldı; öyle ki, rakı bile dolduramadı o bakışları. Rakı efkarı yuttu, gece ise bizi.

  İnsanlar tanıdım; yılbaşı gecesi atılan tekila gibi. Limonsuz bir tadı tuzu yoktu halbuki. Yılda bir kere görülen, hal hatır sormayan vefasız insanlardı tekilalar. Arada bir limon oluyordu size, geçici bir zevk. Geçici bir arkadaşlık. Hayata bırakılan silik bir iz.

  Ve insanlar tanıdım; şarap gibi; yıllandıkça güzelleşen. Beyazıyla kırmızısıyla her tür farka açık, hayal gücü limitsiz ve sevgileri bir ömür olan güzel insanlar tanıdım. Her tür duyguya açıktırlar; ister biraz romantizm, ister biraz özlem ve bir tutam da melankoli.  Bir çırpıda tüketilmez, yavaş yavaş yaşanır onlar.Tadına varılarak; beraber yıllanarak. Ne biralar gibi güzel günlerin, ne de rakılar gibi ıslak omuzların insanlarıdır. Tekilalardan bahsetmiyorum bile! Şaraplar anlık değil, yıllıktır.

  Yaşadıkça yıllanalım, yıllandıkça güzelleşelim!

21 Mart 2017 Salı

Sevmeden de mi sevilsek, sevilmesek de mi sevsek?

Sorsam size sevmek mi sevilmek mi? diye
cuddling illustrations ile ilgili görsel sonucuNe dersiniz bilemem…
Ben de karar veremezdim ikisi arasında,
Kaçamak yanıtla “Her ikisi de”, derdim.
Sevmek sevilmek kadar güzel bir duygu var mı ki? Diye sorardım.
Ama şimdi belli yanıtım,
SEVMEK, diyorum, SEVMEK...
Sevmeden sevilmek yorarmış insanı,
Yük olurmuş sırtında, yüreğinde.
Çok zormuş sevmeden, sevenin yanımda durmak.
cuddling illustrations ile ilgili görsel sonucu“Ne olacak, seviliyorum ne güzel” demek,
Yetmiyor mutlu olmak için.
Bir süre sonra soluyor yüzdeki tebessüm,
Yoruluyor ruh, heyecanını kaybediyor yürek.
Boş ve anlamsız bakıyor gözler, kaçırarak kendilerini sevenden.
Sevginin güzelliğini, heyecanını hissetmeden,
İçine katmak istercesine tutmadan sevenin elini,
Gözlerinde kaybolarak bakmadan gözlerine,
Pır pır eden yürekle beklemeden gelmesini,
Sesini duymak fırlatmadan yüreği yerinden,
cuddling illustrations ile ilgili görsel sonucuYüzde tebessüm…
Ruhta huzur…
Yürekte heyecan…
Bedende alev alev yanma…
Gözlerde pırıltı…
Yoksa eğer,
Yetmiyormuş Sevmeden Sevilmek.
Belgin Yazar
                             

16 Mart 2017 Perşembe

Beş Masum Dakika

  Pekala. Bu yazıya bir soru ile başlamak istiyorum. Soruları sever misiniz? (Hayır, asıl soru bu değil.) Yoksa cevaplar mı daha önemlidir? Ben herkesin farklı yorumlayabileceği soruları ve sonu olmayan bir cevaplar silsilesini seviyorum sanırım. Bu bir nevi bir şiiri ya da şarkıyı yorumlamak gibi. Bu tarz sorularda 2+2 asla 4 etmiyor. Bu sorulara verilen cevaplar neden bu iki sayıyı topluyoruz, ortada bulunan artı gizli bir sembol olabilir mi ya da nereden biliyoruz bu toplamın cevabının 4 olduğunu tarzı bence. (Hiç bu yandan bakmamıştınız, öyle değil mi?) Yazılarımın çoğunda görülen konudan uzaklaşma hatama daha fazla yakalanmadan asıl sorumu sorayım o zaman:

Acı gerçekler mi, tatlı yalanlar mı?

  Dürüst olun. Hepimizin cehaleti sevdiğimiz anlar olmuştur elbet. İlişkisi harika giden -gittiğini düşünen-ve oldukça mutlu olan bir kadının aldatıldığını öğrendiğini düşünün. Bu acı gerçekle yüzleşip ilişkisini sonlandıracak mı, yoksa görmezden gelip tatlı yalanlarla yaşamaya devam mı edecek? Aslına bakarsanız her ikisi de hüzünlü birer kapı. İkisine de tekmeyi basıp eski ve mutlu yaşamınıza dönmek istiyorsunuz. Acı gerçek, kendinizi berbat hissettirecek. Güçlü oldunuz, gerçekle yüzleştiniz ama o çok sevdiğiniz adam, artık geçmişinizin soluk bir sayfası. Tatlı yalan, kendinizi berbat hissetmenizi bir nebze erteleyecek. Hani sabahları saatiniz 7.55'te çalar, uyanırsınız ve beş dakika daha ertelersiniz. Beş dakika daha fazla uyumanın verdiği sevinci yaşarsınız. İşte tatlı yalan da o beş dakikadır aslında. Acıyı erteleyen beş masum dakika...

    Sanırım en berbat an uyanma kısmı olmalı. Uyandığınızda cevaplamanız gereken bir sorunuz vardır artık. Hayatın size sunduğu sayısız seçimden biri dikilir baş ucunuzda. Zayıf tarafınız ertelemenizi söyler. Kısa bir süre için daha mutlu olmak istiyorum, bir ilizyonu yaşadığımın farkındayım ama bunu görmezden geliyorum. Tatlı yalanları yaşarken farkındalık hissi ve sabrınızın son kum taneleri sizi diğer kapıya sürükler. Evet, acı gerçek kalbinize saplanacak. Mutluluğunuz kanayacak. Hatta kendinize serumla neşe takviye edeceksiniz, bünyeniz belki onu bile kaldırmayacak. Bana sorarsanız, her ne kadar baş etmesi güç olsa da her zaman Acı Gerçek asıl kapımız olmalı. Sonuçta o beş dakika geçecek, alarm çalacak, sıcak yatağınızdan kalkacaksınız ve buz gibi suyla yüzünüzü yıkayacaksınız. Gerçekliğe dönüş, sizi soğukluğuyla üşütecek ve tir tir titretecek. Sonuçta kim demiş kırmızı hapı yutmanın kolay olduğunu, öyle değil mi?

Minik bir not: Yarın ölecekmiş gibi yaşamak da sunulan bir diğer kırmızı hap sanırım.

morpheus pills gif ile ilgili görsel sonucu

2 Mart 2017 Perşembe

Sevmiştim ben yalnızlığı.

Yalnızlığı saydam bir denize benzetirdim ben; içi dışı bir. Halbuki farklı tonlarda çok katmanlı bir okyanusmuş, pek yanılmışım. Ben hep yüzeye yakın yüzmüşüm. Güneşi hep tenimde hissetmişim, balıkların arasından farklı bir renk olarak geçmişim. Sevmiştim ben yalnızlığı. Kendi başıma seyahat etmeyi ya da bir cafede tek başıma oturup yazı yazmayı. Tek dostumun kulaklığım olduğu o anlardan zevk almıştım ben. Yalnızlık, kaçılması gerek kara bir delikten ziyade arada nefes alabildiğim bir kaçış yolu olmuştu benim için.
  Sevmiştim ben yalnızlığı. Kalabalıkların aslında yalnızlardan oluşan bir grup olduğunu görmüştüm. Anlayamamıştım insanların evvelden beri neden yalnızlığı düşman bellediğini. Neden en büyük korkularının tek kalmak olduğunu ve tek başına hiçbir şey yapamayacaklarını düşündüklerini. Görememiştim işte. Ben zevk aldım; dost oldum yalnızlıkla. Kendimi dinledim, kendimde keşfe çıktım. Özgüvenle tanıştım, kimselere muhtaç olmadan başarmanın verdiği hazla yetindim. Hoşuma gitti yalnızlık. Gezi günlüklerime anlattım kendimi, hislerimi müzik tercüme etti. Günlük hayatın akışında arada başımı yüzeye çıkarır, derin bir nefes alırdım tek kaldığımda ben. Yürürüm, dinlerim, yazarım ve bu bir tür terapi olurdu bana. Sevmiştim ben yalnızlığı.
  Ancak gün geldi, dost bildiğim sırtını döndü bana. Düşman kesildi, halbuki onu kırmak için ne yaptım ben de bilmiyorum. Yalnızlık, başımı derinlere gömdü; boğdu beni dipteki katmanlarında. Nefes almak için çıkamadım yüzeye, hissedemedim güneşi tenimde. O çok yaygın dertten muzdarip oldum ben; insanların arasında yalnız hissetmek. Arkadaşlarım çepeçevre sardı beni, o hep sosyalliğin cılkını çıkardığım sevimli insanlar. Sağolsunlar, eksik olmasınlar ama zaten eksik olan onlar değildi ki. Eksik olmak. Severim bu sözü. Söylemesi basit, anlamı derin. Yalnız olmak, etrafında hiç kimsenin olmaması ya da seni seven insanlardan uzak olmaktır. Eksik olmaksa bambaşka bir dünya. Seni seven insanların yanında yalnız değilken eksik hissedersin bazen. Bütün olamazsın, bir parça kayıptır çünkü. Hayat dediğin de o eksik parçayı tamamlama serüveni. En kötüsü de, bazen buluyorsun o parçayı. Hah diyorsun, artık tamamım. Sonra bir rüzgar esiyor, ruh halini dalgalıyor, bir bakmışsın rüzgara kapılıp uçmuş o pek değer verdiğin parça. Haydaa, haydi yenisi için bitmek bilmeyen bir arayışa gir yeniden.
  Anlayacağınız o ki dostlar, yalnızlık iki yüzlü bir varlıkmış, ben bunu anladım. Severdim ben yalnızlığı. Beraber güzel anılarımız vardı, hos bir ahbaplık kurmuştuk aramızda. Ama bir çevirdi mi öteki yüzünü, dipsiz okyanusta kaybediyorsunuz kendinizi. Yalnızlardan oluşan kalabalıklara karışıyorsunuz. O çok özenle beklediğiniz parçayı bulamadığınız gibi diğer parçalar da dağılıyor. Toplayana aşk olsun!

22 Ocak 2017 Pazar

Bol Baharatlı Bir Yıl

 Her yılın sonunda bir yıl değerlendirmesi yaparım, kim yapmaz ki? Nasıl başladık, nasıl bitiriyoruz? Kimler geldi, geçti hayatımızdan? Ne hayaller kurduk, ne hayaller kırdık...

  Ben yanlış seçime inanmıyorum; sancılı deneyimlere inanıyorum. Hatalar, yanlış kişiler, çürük olaylar bunlar hep karakterimize atılan acı baharatlara benziyorlar çünkü kendilerini fark ettiriyorlar. An geliyor, acıyı azaltmak için farklı soslar kullanıyoruz: Mesela aşkın tadı tatlı olmalı, kakao ya da bal gibi. Tadı mutluluk veriyor. Dostlar ketçap ve mayonez gibi; kendinizi onlardan ayrı düşünemiyorsunuz. Aileniz yemeklerdeki tuz biber oluyor; onlarsız ayrı asla olamaz. Hatalar ise acı veriyor, fakat yemeğin tadını da tamamen değiştiriyorlar.

  Dönüp baktığınızda 2016 nasıl bir yemekti sizce? Belki kakaolu başladı, pul biberlerle bitti. Belki ketçap gitti, hardal geldi. Bazılarımız belki de tuzsuz kaldı. Kim bilir, belki birileri yeni tarifler bulmuştur. Tamam, bu kadar yemek muhabbeti yeter. Ben sadece kısa bir yıl değerlendirmesi yapmak istemiştim. Mesela değişimden bahsedebilirim. Belki farklılık, azıcık deneyime ne dersiniz?

  Yeni arkadaşlar edinmek. Bu cümle size neyi çağırıştırıyor? Günlük hayatın olağan bir gereksinimi, sosyal hayatın vazgeçilmezi ya da korkunç bir kabus mu? Yeni bir macera, farklı bir deneyim ya da zorlu bir meydan okuma? Ben şahsen yeni arkadaşlar edinmeyi yeni kitaplar almaya benzetiyorum. Kitaplar nasıl insanı geliştirir ve ufkunu genişletirse, yeni insanlar da aynı etkiyi yaratıyor. Birbirinden farklı hayatlarla tanışıyor, hatta daha da ötesi onlara dokunuyorsunuz. Oldukça heyecan verici. Peki ya herkesin içten içe yemeğinde istediği o meşhur kakao ne olacak? Kakao kendini sevdirir, alıştırır, özletir, eksikliğini derinden hissettirir. Bencildir, egoisttir, kendini beğenmiştir. Duyguların en çok arzulananı; aynı zamanda da en acıtanıdır. Yokluğunda yemeğin tadı tuzu kalmaz, zevk vermez hiçbir yeni baharat. Ona anlam yüklemediğin sürece sevgili sadece içi boş bir isimdir.

  Aşk, sözlükteki ilk anlamı gibi öyle tek anlamlı olmayacak.  Öyle bir seveceksin ki, sevgilin yalnızca bir sevgili olmayacak. Gerektiğinde en kara gününde başını yaslayacağın bir omuz olacak sana. Bir ağabey gibi koruyup kollayacak, bir dost gibi sırlarını mezara götürecek. Saklamayacaksın kendini, sen neysen osun. Senin en güzel halin, özünü yansıttığın halindir. Başkaları sevsin diye uğraşmayacaksın, olduğun gibi sevileceksin. Aksi halde sevilen senin oynadığın bir rol olur yalnızca.

  Gelelim bir yılın vazgeçilmez temel taşı olan aileye. Şu ana kadar yaptığım tam olarak bir değerlendirme sayılamaz, daha çok bu senenin bana kattığı baharatlardan bahsediyorum sanırım. Aile ise benim vazgeçilmez baharatım, tadım tuzumdur. Onsuz hiçbir yemek lezzetli ve yenilebilir olmaz, olamaz. Aile; karakterin temelini oluşturur. Hayattaki seçimlerin çoğu bir şekilde ailemize ve yetişme tarzıma bağlanır. Güven, sevgi, yalnızlık, özsaygı gibi birçok parça ailenin etkisi altındadır. Tabi ki birçok yazımda bahsetmekten zevk aldığım, yazılarıma "tat" katan bir konudan da bahsetmeden sona gelemem: Hayaller. 365 gün, sayısız hayal ve sayısız hayal kırıklığı. Her gün insanlar ulaşabilecekleri minik düşler ve uzun bir süre zarfında ulaşmayı planladıkları daha büyük hayaller kuruyorlar. Sevdiğine kavuşmak. Sizce kaç milyon defa kurulmuş bir hayaldir? Ait olmak. Ailesinden sevgi kurmak. Bir dosta sahip olmak. Kulağa o kadar da ulaşılmaz gelmiyor, öyle değil mi? Hayalin büyüğü küçüğü olmaz. Bazıları yazın nereye seyahat edeceklerinin düşünü kurar, bazılarıysa akşam aç uyumamayı umut eder. Minik bir çocuk; kocaman bir tren setinin de hayalini kurabilir, çıplak ayaklarının ısınmasını da. Bir yıl boyunca hayaller uçuşmuş; bazıları onların peşinden gitmiş ve bazılarıysa yalnızca uçtuğunu izlemiştir.

 Yeni yıldan birtakım dileklerim var sevgili blogum, okuyup okumadığını bilmediğim hayalperestler ve soğumuş kahvem. Yeni tatlar denemekten vazgeçmeyin. Evet, bir yemeğe çok fazla baharat karıştırırsan tadı bozarsın ancak belki de çok seveceğin yeni bir tat keşfedersin. O yüzden benim diyeceğim odur ki her baharatı dene sen. Neyi seveceğini bilemezsin. Elbet, ağzına biber gelecek ve yanacaksın. Canın acıyacak. Belki de o yemekteki acıya alışacaksın. Ancak hayat bu. Her tadı içeriyor. Ayrıca o gökyüzünde uçuşan milyonlarca hayal var ya, biliyorum seninkiler de uçuyor. Soru şu; sen bir izleyici misin yoksa onların ardından uçacak cesur bir kuş mu? 2017 bol baharatlı olsun umarım :)

Haydi, bu seneye özel daha önce yapmadığım bir şey yapayım: Blogu açtığımdan beri seneleri nasıl kapamışım adlı bir altyazı geçelim.

2013: 2014: Işık Saklı Kapılar
2014: Yeni yıla bir adım :)
2015: Pudra Şekeri
2016: Bol Baharatlı Bir Yıl







12 Ocak 2017 Perşembe

Yarın ölecekmiş gibi yaşamak

  Geçen gün bir film izledim: Le tout nouveau testament. Film bize şöyle bir soru soruyordu: Eğer öleceğiniz tarihi bilseydiniz, geriye kalan ömrünüzü nasıl geçirirdiniz?
  Herkesin farklı bir başa çıkma yöntemi vardır. Bazıları bu bilgiyi sınamak ister, sonuçta insan doğası şüphecidir. Sonuçta daha önünüzde elli seneniz olduğunu bilseniz, kendinizi onuncu kattan aşağı atmakta bir sakınca görmezsiniz. Peki ya yalnızca on ayınız kaldığını öğrenseniz? Ya da on saat, ve hatta on dakika? Öleceğiniz anın geldiğini düşünün. Gerçekten de hayat bir film şeridi gibi akıyor mudur acaba? Hayallerimiz, ne kadar gerçeklerle örtüşmüştür? Yanımızda kim olmasını isteriz, ancak onun yerine bir başkasının yüzünü mü görürüz? Amaçlarımıza ve hayallerimize ne kadar yaklaşabildik? Pişmanlıklarımız, doğru seçimlerimize gölge düşürdü mü? Filmin sonu gelmiştir ve tek merak ettiğimiz yazılardan sonra bir sahne daha çıkacak mı sorusudur.
  Bazı insanlar bu soruyu bir fırsat olarak değerlendirir. İşin çok sıkıcı, patronun tam bir zorba ve hayatta istediğin yerde değilsin. Tam o anda bir mesaj alıyorsun, hayatının son bir yılındasın. Belki de işi bırakmak ve hep hayalini kurduğun gibi Mısır'da bir arkeolog olmak için tam zamanıdır. Piramitleri görmek için son bir sene sonuçta! Tabi bazıları içinse tam bir geri sayım mekanizması. Bir gün yaşlı aileni kaybedeceğini bilirsin; fakat bunun hangi gün olacağını öğrenmek bambaşkadır. Onlarla yeterince zaman geçirmezsin çünkü daha önünde çok uzun bir zaman olduğunu düşünürsün; ancak yoktur. Hangi ebeveyn çocuğunun onlardan önce öleceğini öğrenmek ister ki? Hangi baba, çocuğunu hiçbir şekilde koruyamayacağını kabul etmek ister?
  Maddiyatın çok değer gördüğü bir dünyada yaşıyoruz. Elbette insanlar bu bilgiyi kendi amaçları için kullanacaklar. İnsanlar gerçek değil, hayal satacaklar. Son zamanlarını en güzel şekilde geçirmeleri için, son kuruşlarını onlara bırakmaları için uğraşacaklar. Eğlence ve keyif sektörü kazanırken, geleceğe yönelik yatırımlar suyunu çekecek. İnsanlar geleceği değil, anı düşünecekler çünkü artık her anın bir kıymeti var. Daha önce de vardı, fakat bunu göremiyorlardı. İnsanlar yarın için çalışırken bugünü kaybediyorlardı. Belki din daha çok önem kazanır, insanlar daha çok ölüm sonrası yaşama inanmak ister. Son günlerinde dua ederler. Belki de tam tersi olur; ölümden kaçış ya da kurtuluşun olmadığını anlarlar. Güvenlik şirketlerinin birbirinden değişik sloganları olur: "Ölüm geçirmez kapılar ve güvenlik sistemleri." Umutsuz bir umut arayışı başlar dünyada.
  Tabi bu kürenin karanlık tarafı olduğu gibi bir de güneş gören tarafı var. Küreyi döndürüyorum, şimdi aydınlandı. Bence insanlar ne kadar ömürleri olduğunu öğrenseydi daha çok seni seviyorum derlerdi. Sevmedikleri işlerini bırakırlar ve yarım kalan üniversiteyi bitirirlerdi. Hiç görmedikleri yerlere seyahat eder ve daha çok özür diler, affedilmek isterlerdi. Daha çok konsere gider, tiyatro izler ve kitap okurlardı. Belki daha çok şiir yazar, ıslanır, kar topu savaşı yapar ve o çok pahalı görünen restoranlara giderlerdi. En çok da sevdikleriyle vakit geçirirlerdi. Yaşlılar daha çok ziyaret edilir, küçüklerin başları daha çok okşanırdı. Ölüm, çok daha gerçek ve somut olduğunda hayat daha değerli olurdu. İnsanlar, hiç yaşayamadıkları hayatı yaşamak isterlerdi.
  Yapmanız gereken herhangi bir görevi düşünün. Bu görevi süresiz ve rahat bir şekilde yapmak var; zamana karşı bir yarış içinde ve süreye tabi tutularak yapmak var. Görev, aynı görev. Fakat ikincisinde sürenin daraldığını görüyorsunuz. O görevi en iyi şekilde yapmak, en güzel haline getirmek için kısıtlı süreniz var. Aslında hepimiz bir geri sayım mekanizmasına hapsolmuşuz, yalnızca sayıları göremiyoruz. Bu belirsizlik; bizim rahatlığımız, umursamazlığımız ve her geçen gün hayallerimizi ertelememizin başlıca sebebi. Peki ya sayıları görseydik? O zaman "yarın ölecekmiş gibi" yaşar mıydık ?

9 Ocak 2017 Pazartesi

Belçikalı Tanrı

   Sizce de bu devirde orijinal film bulmak zor değil mi? Canım bazen aşk çekiyor, her filmde tanışma-ayrılma-kavuşma üçgenini farklı yüzler tarafından oynanırken görüyorum. Bazen hareket istiyorum; kurgudan uzak, baharatı fazla olan yemek gibi görsel efektlerle dolup taşan filmler buluyorum. Korku izlesem, korkmaktan çok oraya buraya sıçrayan organlarla midemin kalktığını fark ediyorum. Yanlış anlamayın, filmlere genel bir eleştiri değil bu. Daha çok son zamanlarda izlediğim filmlere kişisel bir yorum. Eğer yanlı davranmam gerekirse bilim kurgu filmlerine biraz daha iltimas gösterebilirim. Geleceğe odaklı, bazen uzay temalı ve bazen de sadece varoluş üzerine sorulmuş evrensel bir soruya yönetmenin kendi cevabını izlemek oldukça keyifli oluyor. Hele teknolojinin bize kazandırdığı 3D sayesinde kendini uzayın derinliklerinde hissetmeyi kim sevmez ki? Her neyse, bu kadar eleştirinin ve bir minik yorumun dışında, aslında sadece Brüksel'de yaşayan Tanrı hakkında bir film önermek istemiştim ben: Le tout nouveau testament (türkçeye Yeni Ahit olarak çevrilmiş).
Zaten özetiyle merakımı kazanmış filmi, yönetmenin aynı zamanda da Mr. Nobody'nin yönetmeni olan Jaco Van Dormael olduğunu görünce sıcak çikolatamı yaptım ve izlemeye koyuldum.
   Brüksel'de yaşayan acımasız Tanrı, kocasının baskın karakteri altında ezilmiş karısı, herkesin bildiği oğlu İsa ve kimsenin bilmediği küçük kızı Ea... Bu filmde zalim olarak tasvir edilen Tanrı, insanlarla küçük ama onları çileden çıkaran acıları kullanarak oynuyor. Sıcacık suyla dolu küvete tam girdiğiniz anda telefonun çalması ya da alışverişte her zaman diğer sıranın sizinkinden daha hızlı ilerlemesi gibi sorunlardan bahsediyorum. Ea, babasının bu zalim dünyasında yaşamaktansa çareyi evden kaçıp altı havari bularak kendi yeni ahitini yazmakta buluyor. Hayır, bu havariler hiç de düşünüldüğü gibi "seçilmiş, mükemmel" insanlar değiller. Tam aksine; yolunu kaybetmiş, sevgiden yoksun insanların hikayesi bu.  Her havarinin kendine ait bir müziği, bir savaşı ve bir umut arayışı var. Kendini kız gibi hisseden küçük bir çocuk, kalbi sevgiyle değil öldürmekle atan bir suikastçı ya da yapay bir kola sahip genç bir kız gibi. Yalnız bu arayışa başlamadan önce, babasına küçük bir sürpriz yapıyor: Onun "hayatı" yazan bilgisayarına girip bir tuşa basarak tüm insanlığa ölecekleri tarihi gösteren bir geri sayım mesajı atıyor.
  Filmin bize sorduğu "Eğer öleceğiniz tarihi bilseydiniz, geri kalan hayatınızı nasıl geçirirdiniz?" sorusuna birçok farklı yanıt görüyoruz: Daha önünde çok yılı olduğunu düşünüp uçaktan atlayarak ölümü sınayanlar, işini bırakıp geri kalan kısa ömründe hayallerini gerçekleştirmeyi seçenler ve hatta "Son gününüzü en güzel şekilde geçirin!" temalı reklamlar... Anlayacağınız insanların bu bilgiyle değişik başa çıkma yöntemleri var.
    Le tout nouveau testament, detayların ince bir şekilde işlendiği harika bir tablo. Bir evsizin, kirler içindeki pijamalı Tanrı'yı gördüğünde verdiği, "Tanrı'yı hiç bu şekilde düşünmemiştim." cevabı ya da "Ya Tanrı kadın olsaydı?" sorusuna verilen ilginç bir bakış açısını, tablodaki akılda kalan birkaç detay olarak sayabilirim sanırım. Orijinal senaryosu, farklı insanların hikayeleri, hayata yönelik eleştiriler ve çok daha fazlasını içeren bu film; alışagelmiş kalıpları yıkarak kendi yerini buluyor. Kendi derin anlamları ve felsefesinin ötesinde, absürt komedi ve mizahi yönleriyle sonuna kadar sürükleyen bu film, farklı bir film arayışı içinde olanlar için kesinikle doyurucu olacaktır. İyi seyirler dilerim :)