2 Aralık 2016 Cuma

03:48

Yeşil Gezgin Defterden bir alıntı: "Saat 03.48. Çocukken bir rüya görmüştüm, saati hatırlamıyorum ama sonu :48 ile bitiyordu. Birden zaman duruyor ve o anda kalıyorduk. Ömür boyu yelkovan 9 ile 10 arasında kalıyor, asla 10'a ulaşamıyor: Hayallerine ulaşamadan tek bir hayatta sabit kalan binlerce insan gibi. Her neyse, dışarıda yağmur yağıyor ve tek düşünebildiğim şey çıplak ayaklarla o yağmurda yürümek. Saat hala 03.48. Sanırım hala uyanmadım."


Gecenin Asi Ruhu

 Gecenin ruhu olduğuna inanıyorum. Oldukça gizemli, sırlarla dolu ve bir o kadar da baştan çıkarıcı. Karanlığın cezbedici bir yönü var. Tüm kusurları örten, mükemmeliyetçi bir yapıya sahip. Geceyi sevmek, onun cazibesine kapılmaktır. Onun karanlığına kapılmaktır. Onun asi ruhunu hissetmektir. Geceyi sevmek, down tempo bir müziği sevmek gibi. Her şey tempolarda gizli. Her bir tempo, yeni bir ilham, farklı bir his. Geceler eğer müziğe dönüşebilseydi, down tempo bir melodi çıkardı. Massive Attack'ın karanlık tempolarına gizlenir veya London Grammar'in sesinde kendini gösterirdi.
  Geceyi sevmek, biraz da sarhoş olmak gibi aslında. Müziği içerek sarhoş oluyorsun, gece sadece sana kendini sunuyor; gizli kalmış benliğini. Ortaya çıkaramadığın seni. Gece biraz da özgürlük kokar sanki. Düşünsene, hızla giden bir arabadasın. Sunroof nedir bilir misin? Arabanın gökyüzüne açılan penceresi. Arabanın içinde doğrulur, pencereden çıkarırsın kendini. Etraf; hızdan bulanık görülen şekillerle dolu. Başını yukarı kaldırır, saçlarını rüzgara bırakırsın. Evet, siyahın içindeki parıltılar hiç bu kadar göz kamaştırıcı görünmemişti. Evet, rüzgar yüzüne hiç bu kadar sert esmemişti. Ve evet, kollarını açtığında yeryüzünde uçan bir kuşsun. Gece sana özgürlüğü sundu, müzik sana tatmadığın bir his verdi. Tempo. Yavaş ve derin. Her bir dokunuşu kalbinin ritmiyle uyumlu. Gözlerini kapa, kulakların müzikle dolsun ve ruhun yaşamın özüyle. Uçabilirsin, yalnızca kendini serbest bırak. Müziğe teslim ol, rüzgarın bir parçası ol. Bırak gece seni büyülesin. Tüm ruhunla hisset bu yepyeni hissi. Arzuyla karşıla. Bırak, bu canlı hayat seni sarhoş etsin.
   Neden mi paraşütle atlamayı bu kadar seviyorum? Hız trenlerine bu kadar bayılıyorum? İlk kez kayak kaymayı öğrendiğimde neden grubu bıraktım ve en önden aldım başımı gittim? Ya da neden o rüzgarlı günde rüzgarın yelkenimi alabildiğine götürmesine izin verdim? Çünkü o hissi seviyorum, çünkü o his bana yaşadığımı iliklerime kadar hissettiriyor. Kalbim heyecanla ve adrenalinle doluyor. Ayaklarım yerden kesiliyor, uçuyorum. Rüzgar yüzüme çarpıyor, hızı hissediyorum. Kar taneleri hızla yüzümü yalıyor ve ben karda süzülüyorum. Rüzgar beni denizin sonsuzluğuna çekiyor ve ben sadece minik bir su damlasıyım. Adrenalin, kalp atışını hızlı tempolara dönüştürüyor; kendi doğal müziğine. Karşı koyamıyorsun, sadece onun etkisine teslim oluyorsun. Bağımlılık gibi. Bir kere o hissi yaşadın mı hep daha fazlasını istiyorsun. Şımarıkça. Ama öyle, değiştiremezsin. Sadece kabul edersin: Gecenin seni daha özgür kıldığını ettiğin gibi.


12 Ekim 2016 Çarşamba

Ardıç'a sesleniş: Bana seni gerek seni!

   Hani fırtınalı bir gün olur; yağmur çılgıncasına akarken fırtına alır başını gider. Tüm ağaçlar bir dansın parçasıdır aslında. O hiç yıkılmaz dediğin; ulu, görkemli, büyük ağaçlar öyle bir devrilir ki. Hiç bir ağaca görüntüsü yüzünden güvenmeyeceksin. Geceden sağ salim çıkmış bir ağaç vardır. Cılız, çelimsiz görüntüsüyle yanıltır insanı. Ancak öyle kökleri vardır ki derinlere inen, toprağa sadık... İşte onlar engeller kayıp gitmesini. Aldanmayacaksın öyle gösterişli ağaçlara. Fırtına gelip çattığında o pek bir övündüğün yapraklar kurtarmayacak seni. Yapraklar ilk uçan, yitirilenler olacak. Asıl fırtınadan kökleri derinlere bağlayanlar kurtulacak.
   Hayat kendine sayısız ayna bulabilir: ister bir metroya bakın, isterseniz kitaplara. Bazen masum çocuk yüzlerinde kendine bir suret bulur, bazense bir annenin yavrusuna bakışında. Kayıp gitmiş bir melodi de olabilir, unutulmuş bir dize de... Belki de ormandır bir hayat aynası da. İçinde çeşitli ağaçları barındırır; o göz kamaştıran söğ
ütler, ne masum gözükürler. Sırtınızı dayanacağınız, güvenilir ağaçlardır çınarlar. Serviler bana hazır olda durmuş askerleri anımsatır mesela. Erguvanlar o ilgi isteyen, nasıl çekeceğini de iyi bilen türdür. Ne kadar çeşidi tanırsan, o kadar iyi tanırsın bir ağacı. Sonbaharda sarı yapraklar arasında yüzmeye alışmış biri şaşırmaz mı yeşil bir ardıçla karşılaştığında? Her mevsim yeşildir ardıç. İkiyüzlülükten uzak, dürüst kimselerdir. Kaktüsler ne zeki ve kurnazdır, elindekinin kıymetini bilirler. Zor kazanır, zor kaybederler. Savaşmadan ölmez, yiğit gençlerdir. Barış yanlısı zeytin ağaçlarının aksine, onlar hayatta kalma mücadelesi verirken savaşırlar.
   Hayattan çeşitli kareler görürsünüz bir ormanda. Yağmurla yıkanır, yeniden doğarlar. Hayatta kalma mücadelesi verir, mevsimden mevsime şekil değiştirirler. Tıpkı insanlar gibi birçok görüntüye bürünürler. Elbet aralarında ömür boyu değişmeyen, neysem oyum tarzı tipler de bulursunuz. Baharda en güzel elbiselerini giyerler. Ancak gel gör ki, kara kışa karşı çırılçıplak, en savunmasız hallerine bürünürler. Ağaca bile güvenmeyeceksin kardeşim. İlla güvenilir, dürüst birini arıyorsan al sana bir ardıç. Mevsim gözetmeden her daim yeşil montunu geçirir, duruşundan taviz vermez. Bu hayatta daha çok ardıç lazım bize, ya olduğu gibi görünen, ya da göründüğü gibi olan.

 

10 Eylül 2016 Cumartesi

Jack, Polyanna ve Dolubardak

 Pozitif olmak ile Polyanna olmak çok karıştırılıyor. Hayat boyu her iki terime de bolca tabi tutuldum. Herhangi bir olay olur, siz bir yorum yaparsınız. Sizin yorumunuz yeniden yorumlanır, iyi ya da kötü. Olumsuz bir yorumda bulunduysanız, insanlar sizin ne kadar karamsar, depresif ve kötümser bir bakış açısına sahip olduğunuzdan yakınır. Yok, eğer olumlu bir yorum yaptıysanız, bu sefer de abartılmış bir iyimserlik, gerçeklere uzak bir saflık ve "polyannacılık" ile kılıflandırırlar sizi. Bir seçenek olarak yorumda bulunmamayı seçerseniz, ah en büyük hatayı yapmış olursunuz sevgili dostum. Bu gibi bir hataya düşerseniz, hem kötümserler hem de iyimserler tarafından tarafsızlık ve etkisiz eleman olarak eleştirilirsiniz. Gel gelelim en başta bahsettiğimiz iki terime.
  Pozitif insanlar, iyi ve kötü etkileri olan bir olay olduğunda, bunun en iyi taraflarını görür. Olayın kötü yanları olduğunu kabul eder, ancak bardağın dolu tarafını görmeye meyillidirler. Polyanna'lar ise kötü etkileri asla görmezler. Onlar için bardak zaten hep doludur, boş olan bir taraf yoktur. Bu yüzden hem düşünceleri gerçekten uzak, hem de fazlasıyla saftır.
 Tamam, bardağı bir kenara koyalım. Mesela bir örnek verelim. Nasıl bir örnek istersiniz? Belki sınava girecek bir arkadaş örneği? Çok mu sıkıcı ve sıradan oldu? Peki ya sevgilisiyle kavga eden bir dostunuzu önersem? O zaman da belki kızların dikkatini daha çok çekmiş olurum. Haydi biraz abartılmış, sıradışı ve dramatik bir örnek bulalım. Yaratıcı olsun. Diyelim ki bir arkadaş var. Haydi adı Cem olsun. Yok, bu olmadı. Jack olsun. Biraz Amerikan film özenticiliği yapsam kimseye bir zararım olmaz herhalde. Jack, yazını bir restoranda garson olarak çalışmış bir öğrenci. Kendine güveniyor, aklı da biraz havada sanki. Bir miktar para kazanmış, bir kısmını biriktirirken kalanını gezip tozmaya harcamış. Eylül gelip çatmışken, Jack evde müthiş bir kavgaya tutuşuyor aileyle. Öyle böyle değil ama, dramatik Jack kızıp masadaki tabak çanak ne varsa yerlere atıyor, o derece. Anne, vay sen benim çeyizlik parçalarımı mı kırdın diye bağırmaya başlamışken bizim Jack dayanamıyor. Alıyor birkaç eşyasını, kapıyı vurup çıkıyor. Artık bu evde daha fazla yaşayamayacakmış. Kendine ait bir eve çıkma hayalleri kuruyor. İki yakın dostuna danışacak tabi. Birinci dostun adı Polyanna. Başlıyor kızımız konuşmaya: "Kendi kazandığın paran var, çıkarsın şöyle uygun fiyatlı bir eve. Teksin, ne derdin var ne tasan. Her gece partiler, eğlenceler... Bulursun da bir iş, ohhh... Kim takar aileyi, çeyizlik kavgayı. Gençsin, çalışkansın, özgürlüğünün tadını çıkarırsın." Jack aldığı gazla yarına eve çıkmaya hazır. Ancak dosttur, bir fikir danışmak lazımdır, diye düşünüp dolubardak dostuna gidiyor. Anlatıyor haliyle, abartılmış bir kavga sahnesi ve fazlasıyla dramatik bir sunuşla hikayesini. Dolubardak dinliyor, hiç sözünü kesmeden. Sonra konuşuyor: "İyi tarafından bakarsak bir miktar paran var, belki bir müddet sonra mütevazi bir ev de tutarsın. Bir iş de bulursun, şansın yaver giderse. Buraya kadar tamam. Ancak bunun okulu var, masrafı var, aileyle aranın bozulması var, sen de kabul edersin ki senin fevri karakterin de var. Aklın da pek yerde durmaz, havalanmayı pek bir sever. Çok da tutumlu sayılmazsın sen, rahatınızı bozmazsın. Benim gördüğüm bardakta pek bir su kalmamış, o yüzden gerçekçi olalım. En azından iyi tarafından bakarsak, bir süre daha çalışıp yeterli parayı kazanırsın, bu süre zarfında da aileyle arayı kapatırsın. Belli mi olur, onlar da destek çıkar sana. Haydi, çocukluk etme, dön geri." Hikayeyi Jack'in ne yapmayı seçtiği ile bitiremem, çünkü dışarısı Jack'ler ile dolu. Herkes bir Polyanna ya da Dolubardak dostlara sahip olmuyor. İnsan, yardım eli uzatacak kişiyi bulamayınca düştüğünde kendi kalkmayı öğreniyor. http://boardofwisdom.com/cachetogo/images/quotes/438363.pngBen neyim bilmem ama iyi tarafından bakarsak, en azından, dolu yönünü görürsek ne olmadığımı biliyorum.

6 Eylül 2016 Salı

Köpeğimle Felsefi Sohbet

 Geçen gün köpeğimle felsefi bir sohbete dalmışım. Ben konuşuyorum, o dinliyor. Kendisi çok iyi bir dinleyicidir; gözlerini sizinkilere kitler, arada başını sağa azıcık eğer. Hiç sıkılmadan, merakla dinler sizi. Bugünlerde bulmak zor bu tiplerden. Ben dalmış gidiyorum tabi. Bir yandan kahvemi içiyor, bir yandan üçe yaklaşan saatime göz ucuyla bakıyorum. Yarısı yenmiş kurabiyem, soğumuş kahvem ve birkaç yıldızla felsefe yapıyorum. Dedim Casper'a : "Hiç neden var olduğunu sorguladın mı?" Birbirimize baktık. Onun gözü bir ara kurabiyeme gittiyse de yeniden kurduk göz temasımızı. Bu sorum üzerine azıcık kafa yordu, yaklaşık beş saniye kadar, ardından gelip koca diliyle yüzüme ıslak bir öpücük kondurdu. "Güzel cevap." diyebildim. Biraz sonra bu da belki onun cevabıdır diye düşünmeden edemedim. Belki de onun tek amacı şartsız, koşulsuz sevebilmektir. Köpekler, kendilerinden bile daha çok severler sahiplerini. Sevmek için sevilmeyi beklemezler. Sevilmeden sevmek, biz de efkar nedeni. Hüzünlü bir durum. Onlar ise bunu normal karşılıyorlar. Kim bilir, belki karanlık gecelerde bir tepe vardır dolunayın ışığıyla yıkanan. O tepede bir kurt vardır, ulu ve görkemli. Öyle bir ulur ki tüm ormanda yankılanır onun sesi. Dolunaya vurur gölgesi. Yalnızdır kurtlar. Yalnız atalarının aksine köpekler sevgiye aç ve sosyaldirler. Bir köpeğin çetesi, klanıdır sahibi. Onun gölgesi, tamamlayıcı parçasıdır. Sadaketiyle ve sonsuz sevgisiyle ödüllendirir ona kalbini açan insanı. Onların dostlukları çok kıymetli. Ailenin bir parçasılar. Yoklukları fark edilir, varlıkları neşe getirir. Gözyaşlarınla ıslatırsın tüylerini. Bazen hiç konuşmazsın, sımsıkı sarılırsın iri bedenine. Sözlere ihtiyaç duymazlar, duyguları hissederler. Patisini elinin üzerine koyup gözlerini seninkine kitleyen, varlığıyla derde derman olan bir varlık, var olmanın nedenini sorgular mı? Sanırım tek sorguladığı sahibinin ne zaman eve geleceği sorusu olmalı.

19 Ağustos 2016 Cuma

Yalnız Gezgin

   Seyahate çıkarken alınması gerekenler: bir adet bol cepli sırt çantası, müziği hissettiren kulaklıklar, seyahat playlisti, gezgin bir defter ve en önemlisi ; çılgın bir gezgin ruh.
  Hep içimde bir yalnız gezgin düşü taşırdım. Tabii ki dostlarımla ve sevdiklerimle gezmeyi çok istiyorum. Dostlarımla delice eğlendiğim bir Avrupa seyahati ya da sevdiğimle bir Amsterdam gezisi ne hoş olurdu. Umarım hayat boyu yaptığım Bucket List'imin bu iki güzel maddesini gerçekleştirebilirim.
  Gelgelelim "yalnız gezgin" düşümüze... Sanırım bu düşü az buçuk gerçekleştirmeye başladım. Hollanda'nın şirin kenti Lahey'deyim. Her sabah sırt çantamı ve iki peynirli sandvicimi aldığım gibi vuruyorum kendimi yollara. Bazen yürüyorum kilometreler boyu. Bazen iki tekerlek üzerinde rüzgarı hissediyorum. An geliyor, raylar üzerinde devam ediyor yolculuğum. Nasılı çeşitli olabilir ama nedeni tek: yolda olma sevdası.
  Hiç bilmediğim kentlerin, ne farklı ülkelerinden gelmiş insanlarıyla aynı banklara oturuyorum. Bazen yaşlı bir Dutch ile oturup sandvicimi yiyorum. Bazen bir Koreli ile aynı  sanat eserine bakıyorum. An geliyor, bebeklerini bisikletlerin önüne oturtmuş babalarla sürüyorum bisikletimi. Yağmurda ormanda yürüyüş yapmak ya da gün batımında ayak parmaklarımın arasından kayan kumları hissetmek kadar tatlı bir his seyahat etmek. Her günün vazgeçilmez saati "yorgunluk kahvesi" zamanı. Saatler boyu yürüdükten sonra kendime şirin bir cafe seçiyor, sütlü kahvemi söylüyor ve yeşil defterimi açıyorum. Kahvemi içip yazmak kadar hoş bir his olamaz. Etrafımda farklı diller konuşuluyor, flaşlar patlatılıyor ve kendimi kültürlerin buluşmasında buluyorum. İster külürel karışım deyin, ister kültürlerin buluşması adını verin... Bu harika bir bütün ve siz onun bir parçasınız. Kimin nereden geldiğini tahmin etmeye çalışıyorum, şu bir Alman baba olmalı ve belki de şu kadın Japondur... Şu çocuklar italyan mıdır acaba?
  Bir seyahati unutulmaz mı kılmak istiyorsunuz? Fotoğraflar ya da yeşil defterdeki yazılar yetmez. Risk almanız lazım. Çılgınlar gibi yağmur mu yağıyor? Hayır, sıcak odanızda oturup dumanı tüten çayınızı içmeyin. Dışarı çıkın, bisiklete atlayın ve ıslanın. Boş yollardan geçin, bir cafede oturun ve dumanı tüten çayınızı orada için. Odada yağmuru izlediğiniz günü unutacaksınız, fakat yağmurda bisiklet sürüp ıslandığınız ve insanların yağmurdan kaçıp sığındığı o sıcak cafedeki anınızı unutmayacaksınız. Çatıya vuran yağmur damlalarını ve arka fondaki huzur veren gitar sesini unutmayacaksınız.
  Bir minik müzik önerisi: sting - shape of my heart.
  Fırat tanış - yani.

Buradan sevgili Jack Kerouac'a sevgiler, selamlar, el sallamalar...

 

18 Temmuz 2016 Pazartesi

İçimizdeki Kürk Mantolu

  "Her şeyi içinde boğmaya mecbur olmak, diri diri mezara girmekten başka nedir..?"
  Ruhunu süzgeçten geçirmek gibi. İçinde kopan fırtınayı yüzüne hafif bir meltem olarak yansıtmak gibi. Deliye dönmüş duygularını içindeki pas tutmuş zindanlara kapamak gibi bir his. Ya da hissizlik. 

  Sabahattin Ali'nin naif ruhunu seviyorum. Onun süzgeci kelimeleri çünkü. Hedefine tam isabet ettiren, sayısız kalbi birleştiren kalem. Bir dönem kelimeler tozlanır, unutulmaya yüz tutar. Derken zaman bir eser, tozlar uçuşur ve kelimeler yeniden doğar. Belki farklı bir zihniyete, farklı bir hedef kitlesine... Ancak aynı duygular ve eskimeyen hislere ölümsüz yazarlar her daim izini bırakır.

            "Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde, 'Bu öyle olmayabilirdi!' düşüncesi."
       İçimizde birikip yığın olan keşkeler, iç çekişler ve buruk gülümsemeler...  Söyleyemediğimiz sözler, dışa vuramadığımız hisler, dileyemediğimiz özürler,  seçemediğimiz yollar… İçimiz sızlıyor çünkü bambaşka bir hayatın son biletini elden kaçırdığımızın farkına varıyoruz. Bundan dolayıdır ki farkına varma anı hayatın attığı en acı darbedir. 

     "Demek hayat böyle iki adım ilerisi bile görülmeyen sisli ve yalpalı bir denizdi. Tesadüflerin oyuncağı olacak olduktan sonra ne diye bir irademiz vardı? Kullanamadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızda kımıldayan düşünceler neye yarardı?"
 Bir sonraki sayfada ne olacağını bilmemek daha heyecanlı değil miydi? Bir yazara inanmak mı daha doğruydu, her sayfayı kendimizin yazdığına inanmak mı? 


           "Yaşamak, tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek yaşamak; herkesten daha çok, daha kuvvetli yaşadığını, bir âna bir ömür kadar çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak..."
 Anlar, hayatın özetidir. Kimileri anların tutsağıdır; hayatlarını o anın özeti yaparlar. Kimileri ise pervasızca yaşarlar, anların ellerinden kaymasına izin vererek. Halbuki fark etsek ki mutluluk, anda olmak kadar yakındır bize. Kıymetini yaşarken anlamak, her anın hayatımıza imzasını bırakmasına izin vermek kadar...


  "Ne olurdu? Birbirimize birkaç sene sonra tesadüf etmiş olsaydık! O zaman hayatımız belki bambaşka bir şekil alırdı."
  Ya da akıllardan silinemeyen o replik gibi: "Beni çok garip bir dönemimde tanıdın."
Peki ya bambaşka bir ben, bambaşka bir seni gördüğünde yine aynı duyguları hisseder miydi? Farklı bir zihniyet ve hayatın tecrübelerini tatmış bir sen, belki bir nebze olgunlaşmış bir beni yeniden sever miydi? Aynı bedenler, farklı ruhlar… Ruhlarımız yeniden birbirine ait olur muydu?

  “Zaten küçüklüğümden beri saadeti israf etmekten korkar, bir kısmını ilerisi için saklamak isterdim... Bu hal gerçi birçok fırsatları kaçırmama sebep olurdu, fakat fazlasını isteyerek talihimi korkutmaktan her zaman çekinirdim.”

   Bu yüzden midir acaba küçük, mutlu anlarımızın sonunu korkuyla bekleyişimiz? Nice gülümsemeleri gün yüzü görmeyen kutulara hapsediyoruz, bir gün lazım olur diye. Mutluluğa çekinerek yaklaşıyoruz; ürküp kaçmasından korkarcasına...

   Daha nice alıntılar var, uğruna ne yazılar yazabileceğimiz...Güzel bir alıntıyla bitirmek istiyorum bu yazıyı. İçime işleyen, ne kadar doğru diye düşünmekten kendimi alamadığım, son bir Sabahattin Ali sözü daha:
   "Zaten anlatmak istediğim bir şey var, bin bir şekle sokup söylemek arzusuyla yandığım bir tek şey var: O da sizi sevdiğim. Bunun dünyanın teşekkülünden beri kaç milyar defa tekrar edildiğini unutmuyorum, fakat siz söyleyin, canlılığından bir şey kaybetmiş mi?"
  


16 Temmuz 2016 Cumartesi

16 Haziran 2016 Perşembe

Tanıdık Yabancı

  Yabancı. Uğruna sayfalar yazılacak bir kelime. Farklı anlamlarla dolu, ucu açık bir sözcük. Hiç tanımadığın insanı tanımlarsın bu kelimeyle. Henüz tanışmadığın bir hikayedir. Henüz ayak basmadığın topraktır. Henüz kalbinin tatmadığı bir histir. Bilinmeyen, gizemli bir yanı vardır bu sözcüğün. Tanıdığın an etkisini kaybeder. Fakat bir de öbür yüzü vardır ki en acımasız tanım burada yatar.
  İnsanlar vardır; seversin, paylaşırsın, anılar biriktirirsin. Bazıları sana aşkı tattırır, bazıları ise dostluğun en renkli hallerini. Farklı renkleri yaşatan dostlar, hem siyahta hem beyazda yanı başındadır. Zaman akar, ardında ne kırıklar bırakır bastıkça kanatan. Zamanın altına süpürürsün onları, ne var ki daima arkada birkaç tane kırık kalır gözden kaçan. Birikir ve birikir. An gelir, bir dostluğun sımsıkı ilmiklerini gevşetir bu kırıklar. An gelir, gevşeyen ilmikler ardında iki yabancı bırakır.
  Yabancılaşma. Ardında mutlu anılar bırakan, nice zaman omuz paylaşan ve sırlara ortak olan iki dostun bir zaman sonra birlikteyken iki sıradan arkadaşa dönmesi.
  Yabancı. Öyle insanlar vardır ki yıllarca tanıdığını sanırsın, an gelir karşında bulduğun insanla yeniden tanışma ihtiyacı hissedersin. Selam sana tanıdık yabancı.

5 Haziran 2016 Pazar

Mezuniyet Alanı

   Mezuniyet alanında oturuyorum. Aradan bir üniversite yılı geçti. Bir seneyi bir sayfaya dolduramam; ne var ki kampüsün tek bir köşesini sığdırmayı deneyebilirim.
  İlk gün. Heyecan dorukta. Oda arkadaşımla oryantasyona gelmişiz, çömezliğimiz yüzlerimizden belli. Herkes hazırlık, gelecek sene okuyacağı bölümün sırasına geçmiş. Psikoloji grubuna geçtiğim gibi başladım konuşmaya. Tanıştım insanlarla. Nasıl oldu anlamadım, iki dakikada tanışıp öbür gün Kadıköy'e inme planları yapmışım. Ekibi kurduk: Beş kız. Beş psikoloji adayı. İndik mezuniyet alanına, sağımda solumda yeni arkadaşlar. Mezuniyet alanındaki ilk günüm. Karşımda rektör konuşmaları, arka planda neşe saçan şarkılar ve cıvıl cıvıl bir üniversite gençliği.
  Tüm bir sene geçti. Buraya ilk gün tanıştığım arkadaşla geldik, çay artı dedikoduya. Aylar boyu yeni sınıflarla tanıştım, yeni yüzlerle geldim bu tahta sıralara. Bir gün okul dışından çok yakın dostum geldi, salsa yaptık tahtalarda. Bir gün bulutların ardından güneşi gördük, uzandık ve güneşlendik çimlerinde. Bahar geldi, açık hava sinemasına geldik. Kampüste ilk sabahlamamı ben burada yaptım. Çimlere uzanıp tüm gece film izleyerek gün doğumunu izledik. Kah günü batırdık, kah gün doğumunu izledik. Ve tabi bu mezuniyet alanı başka ilklere imza attı. Gece yarısı yıldızlar siyaha beyaz katarken ve dolunay tüm ihtişamıyla parlarken, farklı hislerle bir randevuya çıktım. Biriyle geldim buraya gece yarısı. Öyle tatlı sohbetlere seyirci kaldı ki bu tahtalar, geleceğin habercisiydi. Bay Bilgiç ile nice gece yürüyüşlerinin son durağı oldu burası. Sıcacık kahvelerimizin tatlı sözlere karıştığı yer oldu. Farklı bir sevgi türüyle tanıştım, çok önemli bir başlangıca sebep oldu. Hayatımda yeni bir bölüm açtı burası. O bölümde müziğimizi alıp uzandık tahtalara. Gün batarken, Pink Floyd arkada şarkı söylerken, sözlerimiz bitti. Bakışlar dile geldi. Soğuk gecelerde sıcak duygularla ısıttı içimizi.
   Mezuniyet alanı beş senenin sonunda çok hüzünlü bir yere dönüşecek benim için. Üniversitenin sonunu simgeliyor. Ancak ne ironiktir ki, aynı zamanda çok önemli bir başlangıç noktası burası. Hayat boyu sürecek dostluklara imza attı. Dolunay ışığında farklı bir sevgi türüyle tanıştırdı beni. Bol kahkahalı, nostaljik bir yer haline geldi. Yemyeşil çimleri, eskimeye yüz tutmuş tahtaları ve ormanın ardında kaybolan güneşiyle kalbimde bir yer etti.

  Mezuniyet alanında oturuyorum. Anılar canlanıyor gözümün önünde. Kampus bomboş, mezuniyet alanında tek bir ben. Beni lisem kadar bağlayacağını düşünmemiştim buranın hiç. Lise vazgeçilmezdi, kalbimin fatihiydi. Fakat şu an burada otururken, kalbimin bir kere daha fethedildiğini fark ediyorum. 


Hınzır Duygu



 İnsanın bilinmeyene dair korkusu bilinen bir gerçektir. Karanlık odalardan korkarız, göremediğimiz için. Yeni insanlarla tanışmaktan çekiniriz, sevip de sevilmeyiz diye. Bilmediğimiz yerler gözümüzü korkutur, daha önce ayak basmadığımız için. Ama diğer yandan, bilinmeyene ışık tutmamıza yarayan çok önemli bir duygu vardır: Merak. O duygu bizi en karanlık odalara da sokar, en balta girmemiş ormanlara da. Bazen engin denizlere yelken açtırır, bazen de bilmediğimiz binlerce yüzün önüne atar. Ne hınzır bir duygudur bu merak. Her yeni deneyimin sorumlusudur. Bizi bazen pişmanlıklarla tanıştırır, bazen de hayatımızda kalıcı iz bırakacak insanlarla... Keşifler, seyahatler, icatlar, kolaylıklar, yeni yerler, farklı insanlar, unutulmaz hisler... Heyecanlıdır merak etmek. Korku duyarsın, bir kapıyı aralamak cesaret ister. Seni bir rüzgar gibi uçurur evinden fersahlarca uzağa. Bazen bir merhaba demek yahut minik bir öpücük kadar yakın, bazen tüm hayatını boydan boya değiştirmek kadar uzaktır. Bir kere bu duyguya kapıldınız mı hızlı bir akarsuda son sürat ilerleyen yaprak olursunuz. Ne keşkeler girer hayatınıza, pişman olursunuz. Kızarsınız kendinize, akarsunun hızına kapılıp gittim diye. Ve an gelir, iyikilerin kucağına düşersiniz. Işıkları açtığınızda karşınızda o çok sevdiğiniz yüzü görmenizi sağlamıştır çünkü. Ya akarsuya ters yüzmeye çalışırsınız, merakınızla savaşırsınız. Belki daha güvenli bir hayatınız olur; heyecanlardan ırak, sıradanlıkla döşenmiş bir hayat. Keşkelere karşı perdelerinizi sımsıkı kaparsınız, halbuki bilmezsiniz ne iyikilerin suratına kapıyı çarptığınızı. Kendinizi yenilikten koruduğunuz sürece ardınızda bir satırlık hayat bırakmazsınız. Öbür yandan bir ikinci seçeneğimiz vardır karşınızda: Akarsuyun parçası olmak. Nereye gittiğinizi bilmeden yolculuk etmektir merakın refakatçisi olmak. Seni bir insanla tanıştırır, o insan hayatın olur. Seni bir yere götürür, yuvanı bulursun. Bir keşif yaparsın, milyonların hayatına dokunursun. Evet, sayısız gözyaşı dökersin bu uğurda. Evet, savaşmaktan yorar insanı bu hınzır. Ve evet, an gelir hiç bu duyguyla yola çıkmamayı arzu edersin. Fakat ortada bir gerçek vardır ki, merak sonucu yaşadığımız anıları hiçbir şeyle değişmezsin.
  Hepimizin kendi hayat kitabı vardır. Kitabın sonuna yaklaştığımızda, sayfalarımızda bir yolculuğa çıkarız. Her sayfa, hayattan farklı bir kesittir. Tanıdık yüzler görürüz, bizi yoran duygularla süslenmiş sayfalara değer parmak uçlarımız. Bir sayfaya geldiğimizde yüzümüzde buruk bir gülümseme olur. Bazı sayfalarsa gözlerimizi doldurur. En özel sayfalar, ne günlerdi be diye aklımızdan geçirdiğimiz sayfalardır. Bu sayfaların altına imza atmıştır Merak. Görünen o ki, atmaya da hep devam edecektir.

27 Mayıs 2016 Cuma

Doğrunun Tanımı

 Bu ara doğrunun ne olduğunu sorguluyorum. Hayattan yanlışları çıkarınca geriye kalanlar mıdır? Çocukluğumuzdan bu yana bize söylenen, yapmamız gerekenler midir? Aileden, arkadaşlardan, çevreden, kültürden, tarihten etkilenir bu sözcük. Filmlerde her zaman bir iyi adamımız vardır karşısına kötü adamı alan. Hayatta değişmez doğruların olduğu bir gerçek; fakat bazen geride kalıp düşünüyor insan: Bazı doğrular neye göre ve kime göre doğrudur?
  Zaman geçtikçe bu sözcüğe farklı tanımlar ekleriz. Hayatın bize sunduğu en önemli hocalar deneyimlerdir. Bir deneyim size yepyeni bir doğru öğretebilir. Önceden yanlış adı altında etiketlenen gerçekler yepyeni bir kimlik bulabilir. Hocamızın öğrettiği her bir ders sonrası kelimemiz yeni bir tanım kazanır. Asıl mesele; bu kelimeye alıştığımız tanımın mı sonradan kazanılan tanımın mı daha çok yakıştığını çözebilmekte sanırım.
  Kendi doğrumuzu kendimiz belirlemeliyiz belki de. Kendi tanımlarımızı yazmalıyız. Ailemiz, canımız. Sırtımızı dayayacağımız bükülmez direk. Öte yandan gerçek bir dostun verdiği güven ve sıcaklık, onun sana verdiği doğru tanımına ne demeli? İçinde yaşadığımız kültür ve çevreyi de göz ardı etmemek gerek. Tüm bunlar doğru tanımını çevreleyen sınırlar aslında.
  Sadece kısa bir an için, çok kısacık bir an için tüm bu sınırların üstünü çizin. Teker teker kalksın o sınırlar. Bambaşka bir kültürde yetiştiğinizi, ailenizin ve çevrenizin çok farklı olduğunu hayal edin. Başka okullar, farklı semtler, değişik gelenek ve görenekler... O zaman bu sözcüğe yine aynı tanımı yazar mıydınız? Belki evet, belki hayır. Bana sorarsanız hayat, deneyim ve zaman bu sözcüğe en doğru tanımı yazacaktır.

10 Mart 2016 Perşembe

Tek Kullanımlık Kelimeler

 Ucu açık sonlar, bitmeyen yollar, mecazların egemenliğinde bir hayat. Sıradanlıktan bunalanlar için sürprizlerle dolu ve bir o kadar da korkutucu.. İki nokta benim tanımım gibi oldu. Üç noktaların eksikliği derindir, kaybolursun. Tek nokta ise kesindir, kararlıdır, bitmiştir. Ben hep arada kalanı oynadım. Ne tamamen kayıptım ne de tamamlanmış.. İki nokta benim tanımım oldu, kurtarıcım ve kelimelere dökemediğim bir ben idi. Hani bazen olur ya, açıklayamazsın. Söyleyemezsin. Anlatamazsın. Bir melodi koşar yardıma. Bir dize yetişir imdadına. O gitarın etkileyici sesi ya da piyanonun masumiyeti yansıtır seni. Ruhuna tutulan ışık misali, karanlığına düşen ay ışığı gibi.. Yokluğunda varlık olan, saklı rehber..
  Hani derler ya hayat bir yolculuktur. Kerouac der ki, life is a foreign country. Ne de güzel demiş adam, düşünürsün böyle sözlerde. Her gün yepyeni bir keşiftir. Tanıştığın her insan, hayatına katılan farklı bir hikayedir. Sen tanıştığın hikayelerin kadar zenginsindir. Ne kadar kalınsa bir roman, içi ne kadar derinse ve ne kadar siyahla beyazı unutturuyorsa o kadar değerlidir. Sana ne kattığı, sende ne değiştirdiği ve seni nasıl birine dönüştürdüğü kadar etkilidir. Bir roman, o anı unutturmaktır. Bir insan, kimliğini unutturmaktır. Unutturacak insanlar gelir, unutmak istenen anılarla bırakıp giderler. Üç noktaların kaynağı olur bu unutulacaklar...
  Bir müzik, bir insana mı değerdir? Sadece tek kişinin anıları mı sığar bir melodiye? Eğer izler siliniyorsa, anılar soluklaşıyorsa müziğin de etkisi azalır mı? Ya da tam aksine, müzik her şeyi geri getiren güç müdür?
  Etrafa dağınık kelimeler saçılmış. Seç, beğen, al. İmkansız üçlü. Seçmek için bilmen gerekir, hangisine ihtiyacın olduğunu, Beğenmek için sabit olman gerekir, değişmediğine inanmak için. Almak için kararlı olman gerekir, tek kullanımlık bir kelime için. Öyle kelimeler vardır ki, yalnızca tek kullanımlıktır; doğru kullanın.

2 Ocak 2016 Cumartesi

Pudra Şekeri

  Bu yıl küçük bir çocuğun dileği gerçek oldu: Bembeyaz bir yılbaşı.
Çarşamba sabahı uyandım. Yatağımdan kalktım. Her zamanki gibi telefonumdan saate baktım: 10.08
Oh, derse daha var. Oda çok karanlık, biraz ışık lazım. Şu kalın perdeleri de bir çekelim hele ışık girsin. Ve o kalın perdeleri açtığım an bembeyaz bir örtünün altına saklanmış üniversite kampüs manzarası. Bir şaşkınlık. Nasıl yani? Dün günlük güneşlikti. Geçen gece mevsim mi değiştirdik yoksa? Dün sabah kuşlar ötüyor, güneş ruhumuzu ısıtıyordu; bir gecede kampüs beyaza boyanmış. Tabi yılbaşından bir gün önce böyle bir manzaraya uyanmak güne neşe katmaya yeter de artar.
  Bu yıl orijinal bir yılbaşı geçirdik. Kar tanelerinin zarif bir şekilde kirpiklere konduğu bir yılbaşı. Bulutlardan pudra şekeri yağıyor; kocaman paltoların içinde kaybolmuş minik çocuklar babalarına kar topu fırlatıyordu. Bugün "yabancı" kavramının bir günlük de olsa yürürlükten kalktığı gün. Herkes birbirine yeni yıllar diler, yüzlere kocaman gülümsemeler yayılır. Etrafta fırından yeni çıkmış tarçınlı kek kokusu, buram buram... Kar bazı caddelere sükunet ve biraz da hüzün getirmiş. Çamların dallarından beyaz yapraklar dökülüyor, bacalardan hafif bir duman tütüyor. Kara bulanmış bir köpek bir köşede büzüşmüş, uyuyor. Şöminede bir ateş çıtırtısı. Arka planda bir müzik fısıltısı. Rüzgarla kıpırdayan bir yaprak hışırtısı. Kar; etrafın sesini kısmış, huzurun sesini açmış. Ve bu güzel tabloya yakışır bir koku ekleyelim: Karamelli mocha kokusu.
  Hepimizin içinden gelen bir his vardır hani. Basılmamış Kar'a basma hazzı. O beyaz, saf kara basmanın verdiği hoş his. Bir yandan bozmak istemezsiniz, olduğu şekilde güzeldir. Diğer yandan ise içinizden gelen bozulmamışı bozma hissine karşı koyamazsınız. Diğer karlı yerler güzel değildir çünkü başka birileri
                            üzerine basmış,
                                  üzerinde oynamış,
                                         üzerinden geçmiştir.
  Yılın son gününe en güzel şekilde girdik. Bazı caddeler süslü, canlı, insan dolu. Kardan adamlar sizi selamlıyor, kar topları havada uçuşuyor. Dükkanlardan müzik sesi yükseliyor, kahkahalar etrafa neşe saçıyor. Yeni yıl için hazırlanmış bu caddeler pek bir şık, pek bir davetkar.
  Arkada kalmış gösterişten ırak caddeler ise aslında bir tablonun gerçekleşmesi gibi. İnsan yapımı süslerden yoksun, kardan adamların uğramadığı yerler. Doğa kendi süsünü etrafa saçmış; kristaller eşsiz bir manzaraya ev sahipliği yapıyor. Etraftaki tek müzik rüzgarın söylediği bir melodi. Ayak izlerinin olmadığı kar; arabaları ve yolları kapamış. Ağaç dalları karları taşıyamayacak hale gelince bir silkeleniyor ve yükünü yere bırakıyor.
  Küçük bir çocuk pencere kenarında masum bir dilek dilemiş. Bu yıl tek bir dileğim var; ne bir oyuncak ayı ne de biraz şekerleme. Tek dileğim bembeyaz bir yılbaşı. Yanıt gelmiş:
  Dileğiniz kabul edilmiştir.

*2016 hepiniz için çok mutlu geçer umarım.
Daha fazla iyi ki, daha az keşke ile.
Daha fazla cesaret, daha az korku ile.
Daha fazla affetmek ve kabullenmek , çok daha az kavga, kırgınlık ile.
Ve tabii ki çok daha kahkaha ve azıcık gözyaşı ile.
Yapamadıklarımızı yapmak için şans, fırsat ve umut dilerim:)

*Yeni yılın ilk müziği de Chris Botti yorumuyla No Ordinary Love olsun bakalım.