22 Ocak 2021 Cuma

Çünkü biz, farklı renklerimizle güzeliz

Hepimizin kariyerinde karşılaştığı umulmadık kişiler, enteresan hikayeler ve sorgulatan deneyimler vardır. Henüz kariyerime küçük adımlarla giriş yaptığım üniversite yıllarımda rol aldığım projeler, yaptığım stajlar ve tanıştığım insanlar dünya görüşüme çok değerli katkılarda bulundu. Hastanelerde staj yaptığım dönemlerde orada kısa veya uzun süre kalan kişilerle etkileşime giriyor, hikayelerini dinliyor ve perspektiflerini anlamlandırmaya çalışıyordum. O zamanlar daha psikopatoloji dersini yeni almış; teorik bilgilerim henüz gerçek hayatla kesişmemişti. O stajlarda tanıştığım insanların hikayeleri beni derinden etkiliyor; staj çıkışında bile onları daha iyi anlayabilmek için elimde bir dolu kitapla cafelere geçip geç saatlere kadar okuyordum. Mesela bir hocayla hayatlarımız buluştu; kendisi hayatındaki yegane anlamı kaybetmiş ve bu anlamı yeniden bulabilmek için içsel bir yolculuğa çıkmıştı. Kendisine psikolojik bir tanı konulduğundan bihaber; hayatındaki büyük "öğretme" amacını yeniden yakalayabilmenin uğraşındaydı. Kendisi nice zaman bana Yunus Emre'nin felsefesinden, Nazım Hikmet'in şiirlerinden ve Dünya edebiyatından bahsetmiştir. Başka bir zaman kendisini felsefeye adamış bir hastayla tanıştım; kendisinin Nietzsche hakkında dedikleri takdire şayandı. Uzun bir zaman diliminde her gün yeniden kendimi tanıştırdığım Alzheimer bir hasta vardı; bir insanın size güvenip içini açması ve öteki gün sizi tamamen unutması hiç alışamadığım bir deneyimdi. Tüm bu hikayelerin ilk sayfaları ise genelde ne kadar üzücüydü. Sevgisiz aileler, ihmalkar ebeveynler ve dışlayan çevreler... Etiketlenmeler ve bu etiketin yarattığı yıkımlar... Stajlarımda zaman geçtikçe baş karakterler değişiyor, temalarsa benzer kalıyordu. Genetik olarak birtakım psikopatolojilere yatkınlığı olan bireyler çok stresli çevresel etkilere maruz kaldığında bu psikolojik bozukluklar ortaya çıkıyor. Ne yazık ki bu "çok stresli çevresel etkiler" de ise ailenin, arkadaşların ve toplumun dışlayıcı tutumları, istismar, ihmal ve belki de en temelinde sevgisizlik yatıyor. Hiç unutmuyorum, bir dönem klinik psikolog ile beraber günaydın toplantıları veriyordum ve konumuz önyargılardı. Bununla ilgili kısa bir hikaye okuyup daha sonrasında da hastalarla beraber önyargı konusunu tartışacaktık. Bizim söylediklerimiz ve okuduğumuz hikaye bittikten sonra bir grup üyesi söz aldı ve şu sözler döküldü ağzından: "Hocam siz çok güzel konuşuyorsunuz ama ben dışarı çıktığımda bana deli diyorlar. Ben sevgi göstermek istediğimde benden uzaklaşıyorlar. Ben ne yapabilirim ki?" Hayatın farklı alanlarında karşı karşıya kaldığımız kara ötekileştirme, ruhsal hastalığa sahip bireylerde belki de had safhaya çıkıyor. Bu insanlar yanlış bilgilerin loş ışığında suçlanıyor, dışlanıyor ve ötekileştiriliyor. Bu basmakalıp yargıların kırılması, toplumun bilinçlenmesi ve yargılayıcı tutumları değiştirmek çok önemli. Hayat, farklı renkleri bünyesinde bulunduran bir gökkuşağı gibi; her renk özel ve değerli. Bu renkleri tek bir renge indirgemek ve diğerlerini dışlamak yerine neden her rengin eşsiz güzelliğini kabul etmeyelim? Çünkü biz, farklı renklerimizle güzeliz. 





6 Kasım 2020 Cuma

Piyonların Ardındaki Duygular

Hiç duygularınızı alıp mikroskopla yakından incelediniz mi? İçinizi dolduran öfkeye kulağınızı yaslayıp ne söylemek istediğini dinlediniz mi? Hayal kırıklarınız teninize batıp canınızı yaktığında o parçalara dikkatle baktınız mı? Bazen bir bilim insanı gibi merakla yakından incelemek lazım duyguları. Bir sanatçı gibi farklı açılardan bakmalı, bir mimar gibi yeniden çizmeliyiz bazı kısımlarını. Duygularımızı anne misali şefkatle kucaklamalı, iyi-kötü diye ayırmadan hepsine kulak vermeliyiz. Kim bilir, belki bize daha önce fark etmediğimiz ya da duymayı tercih etmediğimiz birtakım söylecekleri vardır. Bazen kendimizi bir savaşçı gibi hissederiz: Olumsuz duygularla kıyasıya savaşıp yerine olumluları enjekte etmeye çabalarız. Belki de bu savaş bir tür içe gömüştür. Onları düşman gibi görmek yerine ateşkes yapsak, oturup bir konuşsak? "Selam kara öfke, neden bugün buradasın? Bana ne söylemek istiyorsun?" Öfke, kimi zaman daha derin duyguları saklamak için bir tür kılıf görevi görüyor. Kendisi, daha değerli addettiğimiz duyguların önüne konulan bir piyon gibi. Peki ya o piyonları çekersek? Nasıl bir manzarayla karşılaşırız? Piyoların arkasına gizlediğimiz ne gibi duygularla karşılaşırız? Suçluluk, utanç, hüzün, korku, pişmanlık... Bazen farkında bile olmayız onların. Halbuki kendilerini düşüncelerimizde, davranışlarımızda ve seçimlerimizde ufak ufak gösterirler. Ancak o kadar sessiz dokunuşları vardır ki bilmeyiz buzdağının altında neler olup bittiğini. Bazen piyonların arkasına gömeriz bu duyguları, hiç kimse ulaşamasın isteriz. Işık tutmayız üzerlerine; bırakalım, karanlıkta kalsınlar. Nasıl olsa öfke var, korur bizi kırılgan benliğimizden. Halbuki bu duygularla teker teker başbaşa bir buluşma ayarlasak, anlamaya çalışsak ve bu sefer gerçekten dinlesek bize anlattıklarını. Belki o zaman piyonlara ihtiyacımız kalmaz.

5 Ağustos 2020 Çarşamba

Yeni Derinin Oluşması

   İnsan her doğum gününde eski yaşını bırakıp, yeni bir yaşa adım atıyor. Aslında bir tür deri değiştirme ritüeli gibi; artık yıpranmış olan benliğimizi üstümüzden atıp taze ve yeni bir benlik giyiyoruz. Eski benliklerden izler taşıyan ancak yeni kumaşa sahip bir ben. Bir doğum gününden ötekine geçen zamanda yaşanılan deneyimler, anılar, düşüşler, mücadeleler, seçimler, zor duygular, kolay kahkahalar, özlemler, kavuşmalar, gidenler, gelenler ve ruh haline vuran büyük dalgalar... Hepsinin yeni derinin oluşmasında bir katkısı var.

  Herkesin çizgisi farklıdır iki doğum günü arasındaki. Bazılarının daha düz, istikrarlı ve tahmin edilebilir gider mesela. Huzur, sakin bir zihin ve düşük gelecek kaygısıdır yaygın temalar. Birtakım insanların ise inişli çıkışlı bir çizgisi olur; bir sene içinde çok yükseldiği anlardan tutun sıfırın altını tadan deneyimler yaşanır. Yarınların nasıl olacağına dair az fikir, bugünleri şekillendirmek için çok emek vardır hareketli çizgisi olanlarda. 

  Bir doğum gününden ötekine... Bir nokta ile başlayıp çizgi ile biten 365 santimetrelik bir yaşam kesiti... Sahi, her santiminde bir rolümüz var mıdır? Her yükselişte, her düşüşte ya da tepetaklak olan her kısmında. Seçimlerimiz ne kadar etkilidir bu dalgalı tabloda? Belki de o mumları üflerken dilediğimiz dileklerin vardır bir etkisi. 

  Bu çizginin çoğunu biz çizdik: İlk önce birtakım olaylar yaşadık. Daha sonra bu olaylar hakkında nasıl düşünceler üreteceğimizi düşündük, olaylara nasıl yaklaşacağımıza baktık ve de birtakım yorumlar yaptık. Düşüncelerimiz duygularımızı uyandırdı: Daha çok olumlu hisleri mi kucakladık, olumsuzların kucağına mı düştük? Bu zincirin son halkası ise davranışlarımız oldu. Hangi yolu seçtik? Düz ve istikrarlı olanı mı, inişli çıkışlı olanı mı? 

  Aslına bakarsanız, bu çizgi sonucunda oluşur yeni benliğimiz. Eninde sonunda her doğum günü, yeni bir benliğin doğuşudur. Doğum günün kutlu olsun, yeni ben!       

5 Ağustos
23. Doğum günü
10 Ways to Self-Love - Abstract art ideas | HappyShappy


    

31 Mayıs 2020 Pazar

Kendimle Sohbet



İnsan kendisiyle baş başa kaldığında ne konuşur? Mesela kendisiyle entelektüel bir tartışma mı yaşar, biraz Tanrı'dan ve var oluşun dayanılmaz hafifliğinden mi bahseder? Ben olsam kendime birtakım konular hakkında sorular sorardım belki de, neden söyledin o kelimeleri? Anlaşır mıyız dersiniz? Hislerimizi, hisler hakkındaki hislerimizi tartışırız belki. Ya da kendimden kaçar, ısrarcı sorularına öfkeli bir bakış atarım. Ne de olsa kendimden daha iyi bir dedektif olabilir mi?

Sanmam. Bence keyifli bir sorgulama olur. Ah, sohbet demek istedim. Sohbet tabii. İki yakın dostun sohbeti gibi. Kendime dostane yaklaşabilir miyim? Sonuçta kendimle pek çok sıra ortak oluyorum, en özel hislerimi paylaşıyorum ve yargısız düşüncelerimi açıyorum. Kendim, bu çok özel anları kabulleniyor mu? Yoksa alaycı bir sırıtış mı kaplıyor yüzünü.

Sevgili kendim, sen sanırım biraz bilmiş bir tipsin. Tip derken alınmanı istemem, sen olsan kendine karakter demeyi seçerdin. Ne de olsa milyarlarca insan içinde sen de kendini özel hissedecek birtakım kelime arayışındasın. Bu kelimeyi daha sevimli kılmak için "bilgiç" diyeceğim. Evet, sen gerçekten de pek çok durum hakkında pek çok yorum yapıp bir bilgiç olup çıkıyorsun karşıma. Yanlış anlama, kendimle dost olduğum için bunları söylemem lazım. Belki bu kadar bilgiç olmasan, her şeyi programlayıp mutlu anları cuma gecelerine rezerve etmesen belki de işler daha değişik olur. Çarşamba gecesi on bir gibi kendine üzülme hakkı tanıyıp, saat yarımı geçince programa göre duygu seçmek mi? Bu bilgiçliğin kaçıncı seviyesi? Ah dur, belki buna da ajandanda bir yanıt vardır.

Ne? Rahatsız mı ettim seni? Dost acı söyler. Bu gece en azından on beş dakikalık bir yüzleşme randevusu almak istiyordum senden. Dolu mu? Zaten yeterince değer verenler programında her zaman bir yer bulurlar. Her program değerlidir, ama bazı programlar diğerlerinden daha değerlidir. Kendimiz için 24 saat ve 7 günün sınırlarını aşıp, her saniye kendimizin farkında olmak gerekiyor belki de. Ne de olsa zaman ayırmadığın biriyle dost olabilir misin?
Art of Self Awareness | Mind Safari

3 Şubat 2020 Pazartesi

Aşkın Dört Mevsimi


   Dört senelik bir ilişki, bir senenin dört mevsimine benzer. Geçen gün, bir şubat gününe dört yılı sığdırdığımızı hissettim. Sanki tüm gün, aradan geçen yılların hislerini yeniden yaşadım. İlk aylarımızdakini aratmayacak bir hevesle açtım şarkımı, dans ederek giyindim. Süslendim senin için. Bir hevesle kokular sürdüm, rimeller çektim. Sevgilim beni yıllardan sonra ilk defa görecekmiş gibi bir heyecanla hazırlandım.

   Buluştuk: İlk gözlerimiz, sonra bedenlerimiz. Sımsıkı sarıldın bana, kokumu kalbine çektin adeta. Liseli âşıklar gibi sarmaş dolaş, bir aşk filmine girdik beraber. Sevgili koltukları, sevgili filmleri ve sevgili sarılmaları… Özlemişim bu küçük klişe hareketleri. Hayatın akışında az buçuk film sahneleri çeker bir kadının canı. Dört yıl da görüşsek, dördüncü saniye heyecanıyla görmeliyiz birbirimizi.
  
Film bittiğinde iki fincan kahveyle ısıttık bedenlerimizi. O zaman ilişkimizdeki bir yılı devirdiğimiz anlar geldi gözümün önüne: Birbirini hala tanımakta olan iki eşsiz ruh. Havada uçuştu gülüşmelerimiz, yer verdi şakalarımız yüzümüzdeki gamzelere. Zararsız dedikodular, geleceğe yönelik hedefi belirsiz oklar ve birbirimiz olmadan geçen dakikaların kısa özeti. İşte bu, sevgili kimliği belirsiz okuyucular, ilişkinin ilk yıllarına atıftır.

  Kahvemiz bittikten sonra yürüyüş yaptık ıslak sokaklarda. Yağmur damlaları yüzüme vurur, saçlarımdan akar gökyüzünün gözyaşları. İlişkimiz bir yılı daha devirmiştir. Gözlerimiz buluştuğunda, bal kahvede eridiğinde, saçlarımın ucundan öpersin. Kirpiğimde uyuyan damlayı alır, atkımı daha sıkı örersin ince boynuma. Parmaklarımız bir eldivenin içinde kenetlenir. Arabaya bindiğimizde ise bizim hikâyemizin müziklerini çalar, şarkılar söyleyerek yola koyuluruz.

   Eve geldiğimizde ise, ilişkimizin şimdiki samimi halleri canlanır gözümde. Nasıl paltolar eve girince çıkıyorsa, makyaj ve bedenin tüm yapay süsü de üstümüzden atılır. Arda kalansa bir çift doğal yüz, soğuktan pembeleşmiş yanaklar ve birbirini her haliyle seven iki genç ruh… En sevdiğimiz filmi açar, dumanı tüten saleplerimizi yudumlar ve köpeğimizin dizimizin dibinde huzurla horlamasını dinleriz. Camların ardında gürleyen kara kış, battaniyenin altında birbirine değen iki ayakla diner.
  
İşte böyledir bir ilişkinin dört mevsimi. İlk buluşmalar, bir yaz akşamı gibi tatlı eser. Bir heyecanla dolar içimiz, neşeli bir şarkının ritmine kapılır kalbimiz. Ondan sonra romantik sonbahar gelir, aşk filmleri klişeleri doluşur hayatımıza. En arkadaki masada, derin bir sohbete dalar çiftler. Sonrasında kara kış gelir, birbirini tanıyan iki insanın huzurlu sakinliği… Mum ve şarap, sıcak çikolata ve battaniyeye bırakır yerini. Ve bahar yeniden geldiğinde, ilk mevsim gibi heyecan hissedersin. Aynı aşkla alnından öper, aynı hevesle adımlarını bekler ve sımsıkı sararsın içine katarcasına. Çünkü, sevgili arka masadakiler, bazı çiçekler hiçbir mevsim solmazlar.     

    

30 Kasım 2019 Cumartesi

Yol Ayrımı

Yol Ayrımı, 30/11/19.

Yol... Ne severim bu kelimeyi. Karlı bir Aralık sabahında içinize çektiğiniz hava gibi taptaze bir kelime. Yağmurda içilen sıcak çikolata gibi keyifli. Bazen de, kalbinizde çalan hızlı tempolu bir müzik gibi heyecan verici. Hepsinden öte, merak denilen müthiş duygunun kıvılcımına sahip. Çünkü bu hayat denen yolculuğu güzel yapan rota değil, yolun ta kendisidir.

Kah güneş açar bu yolda, bahar gelir ve tatlı rüzgar yüzünüze güzel haberleri üfler. İçinize umudun toprak kokusunu çeker, yolun ötesine hevesle bakarsınız. Bazen ise, kara bulutlar toplanır ve yola gölge düşer. Yağmur, toprağa narince konmaz, içindeki öfkeyi çakıl taşlı yolunuza boşaltır. Korkarsınız, artık yolun sonu gözükmüyordur. Belirsiz geleceğe kaygıyla bakar, gri bulutların ardındaki gün ışığını ararsınız. Ama öyledir işte yol; belirsiz, umulmadık ve şaşırtıcı.

Yeterince yürürseniz, bir yol ayrımına gelirsiniz. Bazen küçük ayrımlardır bunlar; ana yolun paralelinden gidersiniz. İstikamet aynıdır, alternatif yoldan ulaşmayı seçersiniz. Küçük seçimler, ufak kararlar ve kendinden emin adımlar yeterlidir.

Ve bazen, hayatınızda ender karşılaştığınız ana yol ayrımlardan birine denk gelirsiniz. İşte o zaman başlar asıl yolculuk. Çok hızlı düşeriz şu yanılgıya: Bir yolu güneşin ısıttığına, diğerini ise sağanak yağmurun ıslattığına inanırız. Halbuki her yol, her mevsimi yaşayacaktır. Bilmeyiz. Düşünmeyiz. Tedirgin oluruz, doğru kararı verme sorumluluğunun altında eziliriz. Hangisidir bizi çok ısıtıp az ıslatacak olan? Bilmeyiz ki en çok ıslandığımız yolların sonunda gizlidir en çiçek kokulu istikametler. Korkarız, kısa bir bahar uğruna koskoca yazı kaçırdığımızı ise hiç bilmeyiz.

Yol Ayrımı. Hayatta ender karşılaştığımız, ana yol ayrımı. Seçim: Gitmek ya da kalmak. Hangisini seçersen seç, hepsi sana yeni yol ayrımları verecek. Kazanmak ya da kaybetmek gibi değil, her ikisinde de kazanıyorsun: Önemli olan bu yola hangi gözlükle baktığın. Pozitif gözlüklerini taktığın sürece sağanak yağmurda dans edebilir, kara bulutlara sarılabilir ve şimşek gibi parlayabilirsin. İnsanlığın çok kullandığı, paslı ve eski diğer gözlüğü seçersen en güzel papatya bile seni gülümsetemez.

Doğru yol yok, doğru gözlük var.

Doğru seçim yok, geniş bakış açısı var.

Tek bir yol yok, uzun yol ayrımları var.

15 Ağustos 2019 Perşembe

Mezuniyet Alanı Chapter 4


  Mezuniyet Alanı yazımı bu yıl biraz rötarlı olarak yazıyorum. Bunun çeşitli sebepleri var; birincisi Patara’da Yunan desenli bu otantik yerin tütsü kokusu yazıma sinsin istiyorum. İkincisi, yazdıklarım arasında en zorlusu bu olacak; nitekim Erasmus rüzgârını tüm varlığıyla hissedecek bu yazı. Ve sonuncusu, ben de herkes gibi biraz tembelim sanırımJ

  Önce toy hazırlık bitti, ardında çaylak bir ben bıraktı. Derken birinci sınıfı devirdik, gece hayatıyla tanışan bir ben yarattı. İkiyi bitirince biraz büyüdük, akademiyle sosyal hayatı harmanladık. En sonunda üç öyle bir dalgayla çarptı ki, yer yerinden oynadı. Avrupai rüzgârlar, başları döndürdü. İlk kısım, filmlerdeki partileyen genç kız karakteri ile kendi içine yolculuk yapan bir kâşif karakterinin karışımıydı. İkinci kısım ise geleceğine odaklanan bir planlama uzmanıydı. Ve şimdi, bir göz kırpalım bakalım bu tuzlu geçmişe. Yer yer ekşi, bazen de dudak ısırtan bir acıda, ancak fazlasıyla tatlı; öyle ki, nostaljik bir gülümseme yayılıyor yüzünüze. Nostalji ikiyüzlü bir histir; tatlı olduğu kadar hüzünlüdür de. Hatıralar arasında gezinirken dalgalı sularda yüzersiniz, her dalga çarptığında farklı bir duyguyu tetikler. İşte, şimdi de öyle bir yolculuğa çıkacağız.

  Bugün 1 sene oldu büyük bir hayalin gerçekleşmesinin üstünden geçeli. Erasmus benim kalbimde büyük yer kaplar; hayallerime renk katardı. Çok çabaladım, çok yarıştım kendi sınırlarımla ve sonunda açıldı kapılar ardına kadar. Önce elimde Amsterdam biletim, derken koskoca mavi bavullarım ve işte, bulutların üstündeyim. Yanıma bir Dutch adam oturmuştu, Hollanda seyahatim o yabancı ile paylaşılan ilk üç saat ile başlamıştı aslında. Derken pembe hayaller cam gibi parçalandı, bavullarımı kaybettim! Ne korkuydu ama. Üstümde göbeği açık tişörtüm, mini kot eteğim ve Ağustos sıcağında yer kaplamasın diye ayağıma geçirdiğim kara kış botlarımla kalakalmıştım alçaktopraklarda (Netherlands). Bozmadık moralimizi, yükselttik sesini enerji dolu şarkıların ve yakaladık trenimizi yeşil manzaralardan geçen. Beş ev arkadaşım ile paylaştım Dutch evimi. Minik bir odamla beraber Portekizli, İtalyan ve Tay ev arkadaşlarım oldu. Kimseyi tanımadan gittim ilk tanışma partilerine ve çok daha fazlasına. 5 ayı nasıl dökebilirim ki cümlelere? Çok insan tanıdım, çeşitli kültürlere gülümsedim ve gezmedik taş toprak bırakmadım –ya da ülkeyi düşünürsek, kanal demek daha doğru olur. Korelilerle kültürel tartışmalar, Şilililer ile ülkenin eğitimsel durumunu ve Ruslarla siyasi konuşmalar yaptık. Yeri geldi, Endonezyalı arkadaş kimselerin bilmediği adalarını önerdi. Bazen Çinli bir çocuk, Türklere karşı yapılan Çin Seddi’ni esprili bir dille anlattı. Ve en sonunda, canım Prag’lı dostum ile bir şişe şarabı devirdik psikolojik ve hukuksal temalı sohbetlerimiz eşliğinde. Her haftasonu tren bizi Hollanda’nın küçük şehirlerine götürdü, yepyeni ekiplerle taze tanışmışlıklar yaşadık.

  3 büyük seyahat yaptım; hepsinin yeri birbirinden ayrı. Bir tanesini Renard ile ay ışığının üzerine düştüğü romantizm içinde yaptık. Eyfel’e karşı içilen meyve şarapları, Brüksel’de gün batımını seyretmeler, Barcelona’da La Sagrada Familia’ya duyulan hayranlık ve Amsterdam’da özlemimizi gidermek için bir fincan sohbet… İkincisini çok yakın kız arkadaşım ile yaptığım çılgın bir macera olarak tanımlarım. Prag geceleri ve Viyana’nın büyüsü… Bu macera yalnızca Prag’da olan, Prag’da kalır ile özetlenebilir. En sonunda sonuncu seyahatimi yapacak para kalmayınca, ben de çareyi botları Çinli bir kıza satıp oradan aldığım para ile tren biletimi satın alarak buldum. Başka bir dost ile Almanya’ya yapılan seyahatin ana teması, Couchsurfing ile bir gezginin evinde konaklamak ve otostopla başka bir şehre gitmek olarak tanımlanabilir.

  Erasmus ile ilgili çok hikâye anlatılabilir, çok kelam edilebilir ve sayfalarca yazı yazılabilir. Ancak işin özü, farklı dillerde konuşsak da aynı hislere sahibiz aslında. Kalplerimiz bir atıyor, özlemlerimiz gözyaşlarında hayat buluyor. Hayallerimiz büyük, yaşlarımız genç ve ruhlarımız kıpır kıpır. Portekizli dostum, trende ayrılırken bana sımsıkı sarılıyor. Brezilyalı arkadaşım, aramızda alt tarafı bir okyanusun olduğunu ve bunun bizi ayıramayacağını ileri sürüyor. Ve ben, arkamda çok anı bırakıyorum: Sarhoşken yapılan çılgınlıklar, İngilizce bakılan Türk kahvesi falları ve hiç tanımadığım Dünyalılar ile yapılan sayısız seyahat.

  Çok mutluydum; yeni insanlar tanımak, her deneyimi tatmak ve yabancı topraklarda kendi başıma ayakta kalabilmek. Çok mutsuzdum; pek çok arkadaşımın arasında tek bir dostu özlemek, annemin yaptığı yemeğin kokusunu içime çekmek ve sevgilimin kolları arasında huzur bulmak. Bazen korktum; trende mahsur kaldığımda, kaybolduğumda ya da bisikletle bir çukura düştüğümde. Çoğu zaman heyecan duydum; bilinmezliğe olan açlığımla, yeniliğin tahrik edici düşüncesine ve gençliğin verdiği anlık kararlara. Ancak hepsinin arasında en güzeli, harika bir kâşif oldum: Yemyeşil ormanların içinde özgürlük sarhoşu olarak bisiklet sürdüm. Trenle inanılmaz manzaralar eşliğinde yolculuk yaptım. Sayısız yerde yazdım, okudum ve hissettim. Her tanıştığım insan, yeni bir satır ekledi hikâyeme. Ve keşiflerin en büyüğünü kendi içime yaptım, çünkü üniversitemin üçüncü yılı bana çok şey kattı. Kim olduğuma dair bitmeyen sorgum, küçük çaplı tatminler yaşadı.

  Ve döndüm. Her gidişin bir dönüşü var, ancak benimkisi güzel bir dönüştü. Arkamda harika bir hikâye bıraktım, ancak dönüş yepyeni bir kitabın ilk sayfası. Sevgilimin özlem dolu bakışlarında vuku buldum, aileme sımsıkı sarıldım ve dostlarımla nice kahkahalar paylaştım. Üçüncü yılımın ikinci yarısı öylesine hızlı geçti ki, daha çok özlem gidermek ve akademik hayatım için bir yol çizmekle bitti. Son senemize yaklaştığımızın bilinci ile buruk bir gülümseme ve olgunlaşmış bir duruşla geçti.

   Bugün Patara’dayım, ancak kalbim Mezuniyet Alanı’nda. 4 seneyi bitirdim, 4 kere bu konuyu yazdım ve 4 kere değiştim. Genç kızdım, yetişkin oldum. Tektim, çift oldum. Çılgın, hayalperest ve delidoluydum… Eh, biraz olgunluk serpiştirdim bu üçlemeye, ancak hala biz bir bütünüz. Yeni maceralara yelken açacağız, yıllar devireceğiz. Dalgalar vuracak, devrileceğiz. Ancak zamanı geldiğinde, kara görünecek. Şu an bu yelkenliden inmek istemiyorum, ancak seneye kara göründüğünde umutsuz olmayacağım. Çünkü kara, beraberinde basılmayı bekleyen yeni topraklar getirecek.